SOSYAL HİZMETLER GERÇEKTEN NEREYE?

SOSYAL HİZMETLER GERÇEKTEN NEREYE?
Ya da SOSYAL HİZMETLER; NEREDEN NEREYE?

Prof. Dr. İlhan TOMANBAY
Hacettepe Üniversitesi

GİRİŞ

Bu soru sıkça sorulur. Hem de sosyal çalışmacılar tarafından… Sosyal hizmetler, nereye? Gelecek hep merak edilir, kestirilmeye çalışılır. Ancak, bu soru bir de kaygı taşımakta gizliden gizliye… Bu sorudan anlaşılır ki, sosyal çalışmacıların memnun olmadıkları, kendileri için iyi gitmeyen bir şeyler var… Kaygının merakla karışık sızıldanması gibi de gelir bana bu soru. Bu bazen internet grup sayfalarında yazdıklarına yansır, birbiriyle bütünleşen küçük gruplar içinde değerlendirmeler daha kendine dönük olur. Ancak, dışarıya konuşulduğunda suçlamaların hedefi başkalarına döner. Biz haksızlık yapılmaktadır… Birileri saldırmaktadır… Meslek saldırı altındadır… Ama büyük toplantılarda da ucu hep açık kalır söylenmelerin. Bir yere varmaz. Bir sonuca ulaşmaz. Acaba neden?

Önce bilinmelidir ki, genel boyutta toplumlar, dar boyutta durumlar daima değişir. Değişmeyenin değişim olduğunu artık herkes bilir. Değişim toplumbilimsel bir olgudur. Toplumsal bir olgudur. (Sosyal bir olgu değildir! [1]) Ancak bir de insanın, davranış bilimlerinden ruhbilim ve sosyal (toplumsal değil!) ruhbilimin (sosyal psikoloji) ilgi alanına giren bir başka özelliği de vardır. İnsan, değişmeye açıktır ya da kapalıdır, ancak değişim o kişiyle ilgili olarak, istemdışı oldumu da rahatsız olur. İnsan, ortamının ve konumunun kendisini rahatsız etmediği sürece değişmemesini ister. Değişiklik özendirmekle (tahrik etmekle), ödüllendirmekle, daha iyi konuma getirmekle sağlandığı zaman daha kolay temel bulur. Yoksa insan iradesi dışında yapılan değişikliğe açık değildir. Durduk yerde varolduğu konumun değişmesine sıcak bakmaz. Çünkü alışkanlıklarıyla oynanmış olur; rahatı bozulur. Değişikliği, zaten rahatsız olan ister.

Değişen toplumda değişmeyen insan… Başka deyişle, değişmek istemeyen insan, değişen toplum… Bu olabilemez. İnsan da değişecektir. Toplumu değiştiren koşullar insanı da değiştirecektir, ama ne çare ki insan toplumun değişim kurallarına kültürel değer ve alışkanlıkları nedeniyle en fazla direnme “inadına” sahip olan canlıdır. İşte bu değişen toplumda değişmeyen insan, tartışmalar yaratan noktadır.

Bu noktada değişimlerin ortasında kaldıkça, hele istemdışı değişikliklerin ortasında kaldıkça insan, huzursuz olur; tartışmalara girer. Beğenmediği bir oluşum ya da değişim karşısında ne yapacaktır? Eleştirecektir. Geleceğini görebildiğini düşündüğü bir konumdayken geleceğini göremediği bir yeni konuma girmiş ya da o durum yaratılmıştır; bu durumu eleştirecektir.

Toplum değişir, insan huzursuz olur. Toplum yenilenir, eskide kalan insan rahatsız olur. Onun içine sığınıp huzur duyduğu konum değişmiştir ve bunun kendisine ne getirip ne götüreceğini de bilememektedir. İki şey yapacaktır: Ya yeni konuma kendisini istekle uydurmaya çalışacaktır ya da o yeni konumu etkin ya da edilgen, eleştirecek, durumu değiştirmemeye ve değişikliği engellemeye çalışacaktır. Değişiklikler, görülüyor ki, insanı herhangi bir konuma iter. Toplumdaki sürekli, durmasız tartışmaların temeli de budur. Yapılan tartışmalar toplumun değişmesine etkide bulunur. Özetle, değişim tartışmayı alevlendirir, tartışmalar değişim olgusunu ve sürecini etkiler. Bu sarmal gelişme sürer gider.

Değişim yönünde ödüllendirilenler ya da özendirilenler değişimin öncüsü olanların safında yeralırlar. Onlar bu değişimden kendilerine daha iyi bir gelecek çıkardıkları için ellerinde olmayan, ellerinden gelmeyen değişimi desteklerler, en azından daha sıcak uyum gösterirler. Değişimde olumlu bir konuma gelmeleri sözkonusu olmayanlar ya da herhangi bir nedenle bunu baştan reddedenler değişime karşı çıkar, savaşım verir ve değişimi durdurmaya çalışırlar.

7. Ulusal Sosyal Hizmetler Kongresi Programı “21.Yüzyılda Sosyal Hizmetler Nereye? başlığını taşımaktadır. Bu soru, içinde kaygı taşır. Öyle ya, olumsuz görünen bir yöne gidiyor olarak görülmese, nereye sorusu sorulmazdı diye düşünüyor insan. İstendik bir yöne gittiğine emin olanlar nereye gidildiği konusunu pek tartışmazlar. Tartışmayı başlatanlar bu gidişten hoşnut olmayanlardır. Ben de değilim. Ama hangisinden hoşnutum, hangisinden hoşnut değilim, bunu açıklamam gerekiyor. Geniş ve yuvarlak (vulgarize) bir evet ya da hayırla bu soru yanıtlanamaz. Belki, daha nesnel bir yaklaşımla soru şöyle sorulmalıydı: “Sosyal hizmetler; nereden nereye?”

Öyle ya… Birşeyin nereye gittiğini saptayabilmek için şu anda nerede olduğunu ve bu noktaya nereden geldiğini iyi belirlememiz gerekmez mi? Geldiği yeri bilmiyoruz. Nerede bulunduğunu göremiyoruz. Bunların sorumluları kim, düşünmüyoruz. Nereye gittiğini nasıl bilebiliriz? Birşeyin başladığı, geldiği ve bulunduğu yer bilinmeden, bunların çözümlemesi yapılmadan o şeyin gittiği yeri bilmek olanaklı değildir. Birileri sosyal çalışma mesleğinin ve sosyal hizmetlerin geldiği yeri konuşmadan, sadece bugünü betimlemeye kalkıyorsa bir şeyleri gizleyerek oyalama yapıyor demektir ya da bir şey yapmıyor demektir. Bu betimleme olur, ama çözümleme olmaz. Betimleme sanatta geçerlidir, çözümleme bilimsel çalışmada… Sosyal hizmetlerin bugününü çözümlemeden, ki bu da ancak geldiği yeri iyi belirlemekle yapılabilir, yarını konuşulmaya çalışılıyorsa orada bilimsellik aramamak gerekir. Yapılan konuşmalar bir şey getirmez.

Kongreyi düzenleyenler “Sosyal Hizmetler Nereye?” sorusunu sormuşlardır. Geçmiş belirlemesi ve bugün çözümlemesi yapabilmek için de öncelikle konuşacağımız kavramları netleştirmemiz gerekir. Kongrenin adında geçen “sosyal hizmetler” kavramıyla hepimiz aynı şeyi anlıyor muyuz? Bir bakalım.

“Sosyal hizmetler” dendiğine göre ve Türkiye’de bir kısım insan “sosyal hizmet” kavramından mesleği (social work) anlamak isteseler de, “sosyal hizmetler” mesleğin çoğulu olamayacağına göre, mesleğin anlaşılması olanaklı değildir. Ne anlaşılacaktır? Herhalde “social services” anlaşılmalıdır. Çünkü Türkçe’de de, İngilizce’sinde de anlatılmak istenen hizmettir, “service”dir. Kavramsal baktığımızda “Sosyal Hizmetler Nereye?” deyişinin İngilizcesi de “Social services; where to?” olmalıdır. Ya da ilk saptamamız şu olsun: Türkçe’siyle, tekili başka anlam, çoğulu başka anlam taşıyan terminolojiye sahip bir meslek, geçmişten geleceğe, nereye gidebilir ki? “Social work; where to?” [2]

Gene de iyimser olalım. Toplumsal anlamda, Türkiye’de, “sosyal hizmetler”in, yani mesleğin değil, alanın (field) gidişi iyidir. Toplumda, uygulama modellerinin doğruluğu bir kenara bırakılırsa, sosyal hizmetler her alanda gelişme göstermekte, bu alanlara doğru bilinç gelişmesi ve talep yoğunlaşması yaşanmakta ve buna koşut olarak uygulamaların da geliştiği düşünülebilmektedir. Bunun böyle olması da doğaldır, çünkü toplum gelişmektedir. Uzun evrede toplumsal bilincin bir gelişme süreci içinde olduğu da toplumsal değişme ve gelişmelere bakılarak, beklenebilir.

“Sosyal Hizmetler Nereye?” sorusunun ilk çırpıda (kavramsal düşünülmeden) meslek nereye diye algılandığını düşünüyorum. Böyle bakınca “Meslek nereye?” anlamı çıkar ki, düzenleyenlerin ve katılanların çoğunluğu sosyal çalışmacı olan bir kongrede algılamaların bu ağırlıkta olması olağandır. Ancak, kavramsal anlatım bu değildir. (Kendilerine sorduğum kimi arkadaşlarım da bu başlığı İngilizce’ye çevirirlerken hepsi social work olarak çevirdiler. Demek ya doğrudan ya da çoğul eki ile önemli bir fark görmediklerinden öyle algılıyorlardı.) Algı hedefi bu ise doğru algıyı yaratacak ifade “Social Work Nereye?” olmalı idi. Gerçekten, “sosyal hizmet” kavramını Türkiye’de, meslek olarak (social work) algılayanlar, soruyu, mesleğin nereye gittiği yönünde algılamamakta mıdırlar? Ya da sorudan maksat temelde bu değil midir? “Sosyal hizmet”i “social work” olarak kullanan bir akademik bölüm, aslında, meslek olarak kullandıkları terimin çoğul haline başka bir anlam yükleyerek gene “social services” olarak görmekteyseler, çıktıkları yol yanlış da olsa vardıkları sonuç doğru olacaktır. Bu soru “Social services”in, yani alanların nereye gittiği biçiminde algılanmalıdır. Mesleğin algılanması isteniyorsa, hiç değilse, “Sosyal Hizmet Nereye?” diye sorulmalı idi.

Bu itibarla, bu kongrenin alt konularından biri sosyal hizmet eğitimidir ve benim bu konuşmam sosyal hizmet eğitimi başlığı altında yeralacak bir çerçeve içinde olacaktır.

Siyasal ve toplumsal gelişmelerin doğrultusunda bir mesleğin nereye gittiği heyecan verici bir soru olabilir. Sosyal hizmet alanlarının, yani sosyal hizmetlerin ise ekonomik potansiyeli gelişen bir toplumda şöyle ya da böyle ileri gitmesi zaten beklenmelidir.

Kongre sorusunun kısa bir evet ya da hayır ile yanıtlanamamasının nedenlerinden biri de toplumsal değişmeyi sağlayacak araçların, yani, sosyal hizmetlere ayrılacak ulusal ekonomik paydaki gelişmenin, bu kaynağın siyaseten doğru kullanılıp kullanılamamasının, hukuksal olarak gelişmenin, siyasal bakış olarak gelişmenin, sosyal hizmetlerle ilgili eğitimlerin, sosyal hizmetlerin sağlık boyutunun ve toplumda sosyal hizmetlere bakış iradesinin gelişmesinin birbiriyle çelişen karmaşık bir soru yumağı oluşturmalarındandır. Her ne kadar bunlar bileşik kaplar gibi birbirlerine bağlı gelişme kanallarına sahip olsalar da gene de birbirlerine göre farklı gelişmeler gösterebileceği, en azından kısa evreli boyuttan bakınca kabul edilecektir.

Bu bana karışık görünen genel girişten sonra konuyu daha anlaşılır kılmak için sunuş planımı şöyle oluşturdum: Önce bir temel savım olacak. Sonra bu savı bir kurama dayayacağım. Savımı bir sayıltı ile (axioma (Lt.), postulate (Lt.), assumption (İng.), Annahme, f (Alm.), kaziye (Ar.), belit, varsayım, koyut (Tr.), önkabul (Tr./Ar.)) değerlendireceğim. Sonunda da sosyal hizmetlerle ilgili somut durumu değerlendireceğim.

TEMEL SAV

Temel savım, Türkiye’de sosyal hizmetlerin (social services), toplumsal gelişme süreci içinde evrimsel olarak, hatta kendiliğinden geliştiği; sosyal hizmetleri yöneten ve yürüten kadrolar ile bu bütünlüğün en başında yeralması gereken sosyal çalışma mesleğinin ve eğitim kadrolarının tarihsel gelişmeyi daha ileri itecek ve daha ileriye yönlendirecek bir potansiyel çıkaramadıkları, bundan da sosyal hizmet elemanları ve sosyal çalışma mesleği uygulama kadrolarının olumsuz etkilendiğidir.

Bu temel sava dayalı olarak ilk söylemim şudur: Ne zaman, nerede, ne yanlışlık yaptığının saptanmasıyla ilgilenmeyen, gelecekte neler yapacağını ve nasıl yapacağını öngöremez. “Sosyal hizmet” ailesi geçmiş ve durum ile ilgili olarak özdeğerlendirme yapmıyor, kaçınıyor, kapatıyor. Değerlendirme yapmak isteyenleri suçlayarak, sert çıkarak, çamur atarak susturuyor. Dolayısıyla kendi önünü göremiyor. “Sosyal hizmet” ailesi kendisini değerlendirmeye almaktan korkuyor. Durum genelleme yapılabilecek düzeydedir.

İkinci söylemim şudur: Sosyal hizmet ailesi yeniliklere açık olamıyor. Kapalı duruyor. Toplum gelişiyor. Sosyal hizmet ailesi bunun gerisinde kalıyor.

Üçüncü söylemim şudur: Sosyal hizmet ailesinde dil duyarlığı yoktur. Bu, mesleksel terminolojisini geliştirmek, anlaşılır kılmak gibi kaygılarının olmamasından anlaşılmaktadır. Terminolojisi güne uygun değildir; dilbilime uygun değildir. Hatta, daha kötüsü, yanlışlıklar savunulmaktadır.

Dördüncü söylemim şudur: Dil duyarlığı olmayınca varolan meslek duyarlığı etkin ve ses getirici olamamaktadır. Karşı çıkmalar daha çok zıtlaşma, kavga boyutunda kalmaktadır.

KURAM

Dayandığım kuram toplumsal gelişme kuramıdır, ki bu kurama göre toplumların sürekli değişme süreçleri içinde uzun evrede mutlaka ileriye ve iyiye bir gelişme göstermeleri beklenmelidir. Bu sosyokültürel gelişme yaklaşımı ile bütünlük gösterir. Toplumdaki kültürel yapı siyasal ve buna bağlı diğer yapıları etkilemektedir ve Türkiye bugün ulusal toplumu kapsayan bir kültür çatışmasında tarafların dış dengelere dayanarak ya da onların zorlamasıyla yaptığı egemenlik mücadelesi alanıdır. Bu noktada dış toplumsal gelişmeler ile iç toplumsal gelişmelerin arasında ideolojik bir fark görülmekte, ancak bu durum iç ve dış kültürel ve siyasal egemenliklerin dayanışmasını engellememektedir. Çünkü iç ve dış teknolojik gelişmeler birbirine koşut seyretmektedir; red görülmemektedir.

Ekonomik temelli kültürel egemenlik çatışmasında feodal kültür egemenliği sanayi kültürünün elinden almıştır. İktidar mücadelesinde feodal kültür sanayi kültürünün önüne sanayi teknolojisini sanayi kültüründen daha iyi kullanarak geçtiği için egemenliğini kabul ettirmiş iken bu gelişme sosyal hizmet topluluğunda görülmemiş; feodal kültür sanayi kültürünün sunduğu açılımlara kapalı kalmış ve bu da onu direngen ve tutucu kılmıştır. Bu noktada da “sosyal hizmet” ailesi mesleği geliştirecek açılımlar ve atılımları başaramamış, kendi içinden çıkamamıştır.

Toplumsal değişim sürecinde sosyal çalışma mesleğini varkılan evrensel kuram sanayi kültürüne dayanmaktadır. Oysa, bu kuramı anlatmak ile anlamak ve uygulamak pozisyonlarında olan “aile” büyük çoğunluğuyla feodal kültür donanımlıdır. Kuşkusuz bu durumun tersi de sözkonusudur, ancak genel geçer durum budur. Bu arada yaşanan ve fark edilmeyen kalıcı çelişki “sosyal hizmet” ailesinin toplumsal gelişme sürecinde etkin olamamasının temek nedenlerindendir.

Bu yazıyı, toplumu ileri iten değişim süreçleri ile toplumdaki bu kültürel yapı farklarını bütünleştiren bir kuramsal yaklaşımla ele alacağım(*).

SAYILTI

Türkiye’de birşeyler olumsuz gittiği zaman genel kültürümüze dayalı ve uygun olarak daima bizim dışımızdaki birilerini suçlama kültürü yaygındır. Tren raydan çıksa ya makinist, ya ateşçi, ya makasçı, ya bunlara akıl verenler… suçludur ve suçlayanlar arasından hiçbir biçimde suçlu çıkmamaktadır. Bu mantığı sürdürürsek, belki de, kaza yapan trenin makinistini yola çıkacağı gece uyutmayan karısı suçludur, trenin raydan çıkmasında… Ve bunların hepsini suçlu gören, diyelim ki bütün bu sorumluları yetiştiren öğretmenlerdir.

Bir öğretim kurumunda başarı oranı düşükse, öğrenciler için öğreticiler, öğreticiler için öğrenciler suçludur. Bir meslek iyi performans gösteremiyorsa bunun nedeni o mesleğe karşı olanların o mesleğe karşı yaptıklarıdır. Peki bu olumsuzlukların olumluya doğru değişmesi için sen ne yaptın diye sorduğunuzda ya ilgililere bir rapor verildiğinden, ya bir yetkilinin iki kişi ile ziyarete gidildiğinden ve ama dediklerinin yapılmamış olmasından sözedilir. O zaman suçlu o yetkilidir! Yani suçlu hep bizim dışımızdadır; bir başkasıdır. Rapor verildiyse ve durum düzelmediyse, o genel sorun bir kenara bırakılır, hatta, raporun çok uzun olduğu için okunmamış olması ya da kısa ise sorunu tam anlatamamış olmasıdır suçlu olan…

Suçlu hiçbir biçimde biz değilizdir.

Önce bunu araştırdım. 50 yıldır neden mesleksel sorunlarda bizim dışımızda suçlu aramaktan bıkmıyor ve neden projektörleri kendimize çevirmiyoruz; çeviremiyoruz? Eğer uzun yıllar hep başrollerde isek ve bunu heryerde övünerek söylüyorsak, bunca yıllar içinde hiçbir kabahatimiz, hiçbir hatamız, hiçbir yanlışımız olamamış olabilir mi? Biz nerde hata yaptık sorusunu niye kendimize soramıyoruz? Hem yıllarca herşeyi doğru ve güzel yapmış ve hem de olumsuz gidişlerde hiçbir rolümüz olmamış olabilir mi? Nasıl herşeyin tam göbeğinde duruyor ve kusursuz olabiliyoruz? Nasıl oluyor da yanlış gelişmelerin düzeneği içinde yıllarca yeralıp her yanlış gidişte başkalarını suçlayacak kadar rahat olabiliyoruz? Duyarlı bir ses sanatçısı kadar olup, içine düştüğümüz olumsuz bir durumda “Allahım! Ben nerde yanlış yaptım?” diye sormak düzeyini gösterecek kadar duyarlı olamıyoruz? Çok mu zor?

Evet, çok zor, çünkü bu bizim kültürümüzden geliyor.

Türklerin Sünni kökenli Müslümanlıktan çıkarak topluma yaygınlaşan değerlendirme kültüründe sadece başkasını suçlama vardır, kendini değil. Bunu açıklayalım:

Önce hep güncel kalana bir örnek vereyim:

Batı’da deriz, Batı dediğimiz hıristiyandır, İsa Tanrı’nın oğludur ve ona, yani insana, tapınmacasına değer verirler. Japonlar deriz, Japonlar şintoisttir ve doğaya tapmaya önem verirler. Bunlar, başkalarına, halka ya da doğaya verdikleri bir zarardan kendilerini sorumlu tutarlar. Bir hata “görürlerse” ilk elde kendilerine bakarlar ve kendilerinde hata ararlar; kendilerinin suçlu olduklarını düşünürler. Bu inançlarının ve kültürlerinin onlarda uyandırdığı değer anlayışıyla, siyaset sahnesinde ya da bir sorumlu makamdalarsa, insana karşı bir hata yaptıklarını ya da doğaya bir zarar verdiklerini düşündükleri zaman kendilerini suçlarlar; başkaları karşısında utanma duyguları öne çıkar ve istifa ederler. Yani, sözün özü, suçu başkalarında değil kendilerinde ararlar.

Türkler ve Araplar bir “hata yaptıkları zaman” değil, “hata ortaya çıktığı zaman”, Müslümanlığın kendilerine yansıttığı değer manzumesine uygun olarak kendilerini değil, öncelikle başkalarını suçlarlar. Suçu kendilerinde değil, başkalarında ararlar. Suçlu hep başkalarıdır. Neden?

Bu farklı toplumlarda bu farklı değer manzumelerinin kökeni nedir bilir misiniz? Herşeyde olduğu gibi bu köken, burada da, dindir. Öncelikle dindir, insanlarda değer anlayışını biçimlendiren.

Hıristiyanlık inancına göre “şeytan” insanın içindedir. Exorsist (Şeytan) filminden anımsarsınız. Görmedinizse lütfen görün. (ABD, 1973). Genç Linda Blair’i zirveye çıkartan bu filmde içine şeytan giren bir gençkızın heyecanlı öyküsü anlatılır. Exorcism Latince Exorcismus sözcüğünden türetilmiştir. Kavram, insan bedenini kötü ruhların sarmasını ve şeytanın o bedenden çıkarılması eylemlerini anlatır. İnsan doğuştan temiz değildir. Günahlı doğar. Bu yüzden yeni doğan vaftiz edilir. Yani, bebekken, “kutsal” suda yıkanılır; günahından arındırılır. Yenidoğan, Hıristiyanlığa içi temizlenerek, dünya birlikte geldiği günahlarından vaftiz edilip arındırılarak adım atar.

Daha ileri yaşlarda bu inanç bir hata, suç, yanlışlık durumunda insanın kendisine dönüp bakması ve hatayı kendisinde araması biçiminde bir değer durumuna gelir. Yoksa şeytan içinde midir kuşkusu insanı kendisini değerlendirmeye iter. Onun temiz olabilmesi için içinden şeytanın çıkarılması gerekir. Yani, insanın kötülüklerden arındırılması sözkonusudur. Temiz insana Hıristiyanlıkta böyle ulaşılır. Böylece, suçlunun içinden şeytanın çıkarılması ritüelleşir[3].

Müslümanlıkta şeytan insanın içinde değil, dışındadır. İnsan özünde temiz doğar. Hz. Muhammed’in odaya giren altı yaşındaki Aişe’nin önünde saygıyla ayağa kalkması bundandır. Onu melek temizliğinde görür. (Bir başka boyutuyla, kendisinden önce kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmelerine karşı da bir değer değiştirme eylemidir yaptığı.) Doğuştan melek olanların toprağa gömülmesi günahtır. İnsan daha sonra, yaşam içinde kirlenir. Kız ve erkek ergin olduktan sonra giderek kirlenir. Ne denir? Şeytan aldatır bir yaştan sonra. Yıkanıp temizlenmek esastır. Vaftiz yerine İslamda gusul vardır. Şeytan tekrar aldatır. Tekrar yıkanılır. Şeytan hep insanın dışındadır. İçine girmez ama, düşüne girer; aldatır. Bu nedenle “pak” doğmuş insanı aldatan ve kirleten şeytanın insandan daima uzak kalması gerektir. Bu yüzden ne yapılır? Şeytan taşlanır ve bedenimizden uzak tutulur. Bunun ritüeli de Arafat yakınlarındaki Mina dağında yaşanır. Mina dağında bayram günleri üç gün şeytan taşlanır. Değişik gün ve saatlerde toplam 49 taş atılır şeytana. Üçüncü günü güneş batmadan önce, Mina’dan ayrılınır. Zorunlu değildir ama, dördüncü gün de Mina’da kalıp, sabahtan güneşin batışına kadar herhangi bir zaman 21 taş daha atılarak peygamber efendimizin sevgilerine mazhar olunur.

Şeytan taşlamanın iki anlamı vardır. Bir, şeytan Tanrı’ya karşı geldiği için taşlanır; iki, günahlardan uzak kalmak, kötülükleri kovmak için taşlanır. Şeytan taşlayan insan sevap işler ve kötülüklerden uzak kaldığını düşünür[4].

Bu dinsel ritüelin yarattığı değer de, Müslümanlarda, suç ya da kusurun insanın dışında olduğu, hep taşlanması ve kovulması gerektiği ile ilgili oluşan değerdir. Müslüman toplumlarda bir durum karşısında suçlamak esastır. Kimse kendinde kusur görmez. Hatta ne denir? Kabahat gelinlik olmuş da kimse giymemiş, denir. Kusurlu görülen siyasetçi kendisine bağlı olan müsteşarı suçlar, o genel müdürü, genel müdür daire başkanını, daire başkanı şube müdürünü, şube müdürü şubesinde çalışan elemanı, eleman uygulamayı yapan kişiyi, uygulamayı yapan kişi saksıyı oraya koyanı, saksıyı oraya koyan, saksıyı deviren kediyi suçlar, kimsede kusur kalmaz. Ya da saksıyı deviren rüzgardır ve rüzgarlı yere saksıyı kim koydu sorusu da “Tam da orada saksıyı devirecek kadar şiddetli rüzgarın eseceği kimin aklına gelirdi birader?” sorusuyla gene kusur hep dışımızda kalır. Ya da suç üzerinde kalan en küçük pozisyondaki adam gider evde karısını döver, hıncını ondan çıkarır. Suçlu odur çünkü…

Bu inanç ve değer sistematiğini sayıtlı alarak belirtmek istiyorum ki, İslam kültürü içinde yaşayan Türkiye’de – genel deyişle – kimse kusuru kendisinde aramamakta, hep suçluyu dışında görerek, adeta şeytan taşlamaktadır. Bu siyasette de böyledir, kamu hizmetlerinde de, sanayide de, tarımda da, hizmetlerde de, sanat ve spor alanında da, sosyal hizmetlerde de böyledir. Sosyal çalışma akademiasında da…

Sosyal hizmetlerin nereden nereye ve nasıl geldiğini bu sayıtlıdan hareketle değerlendireceğim.

TÜRKİYE’DE “SOSYAL HİZMET” MESLEĞİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Neredeydik?

“Sosyal Hizmetler Akademisi”nin ilk yıllarının mezunlarındanım. 1971. Mesleğimizin Türkiye’de tanınmaması bizi mutsuz etmiyor, tersine daha heyecanlandırıyor, sorumluluk duygularımızın içimize doldurduğu hazzı arttırıyordu. Ne umutlarımız vardı! Tanınmamış bir mesleği tanıtacaktık. Bu görev bize düşüyordu. Açla, yoksulla susuzla hemhal olacaktık. Köylere gidiyorduk, toplum kalkınması diyorduk; köyler kalkınacaktı. Dertli bireylere koşuyorduk bireyle çalışma (Galatı meşhur, kişisel çalışma) diyorduk, sorunu olan insanı sorunlarından kurtaracaktık. Gençlik gruplarına, çocuk gruplarına, kadın gruplarına, hastalara, mahkûmlara grup grup eller uzatıyorduk; grup çalışması diyorduk. Onları, grupları içinde topluma kaynaştıracaktık. Dalga dalga yurda yayılacaktık. Kat kat nüfus içre dağılacaktık. Nerde yoksulluk var, orda var olacaktık… Şiir yazmıştım bir yıllarda; gençtim o zaman. “Sosyal hizmet, sosyal hizmet doğan güneştir / Karanlığın ortasında yanan ateştir.” demiştim. “Bir yepyeni fikirdendik, tutkun inançlı / Sosyal hizmet uzmanıydık, yurda nişanlı…” Mesleği anlatmaktan yılmıyorduk, tanıtmaya çalışmaktan yorulmuyorduk.

Buradaydık. Nereye geldik?

Akademi’den sonra Türkiye’de açılan ikinci “Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü”nün (1967-1980) bir askersel darbe ile kapatılmasını sessizce alkışladık, karşı çıkamadık, ayrılanlara sevindik, ayrılmayanları uzaklaştırdık ve sustuk. Kapatılan bölüme değil kapatanlara destek verdik. Konuşamadık. Sonra da;

Kurulduğu 1961 yılından 2000’li yıllara değin sosyal hizmetlerle ilgili bir ikinci yükseköğretim kurumunu kuramadığımız günlere geldik. 2002 yılına değin yapayalnız, tek okul kalmamızın kimseyi rahatsız etmediği, rahatsız olanların konuşmadığı, rahatsızlığını dile getirenlerin desteklenmediği, yalnız bırakıldığı, yeni yükseköğretim kurumu açılması konusunda kimsenin düşünce üretmediği, konuşmadığı, konuşamadığı günlere geldik.

Başka meslek dostlarının beni de alın aranıza, yükseköğretim kurumu açalım önerilerini küçümseyerek gülümsediğimiz, bununla büyüklük duygusu yaşadığımız, hayır bile demeden hayırladığımız ve kendimizde ikinci bir okul açma erkini gösteremediğimiz günlere geldik.

Yıllarca, yeni okul açılması önerilerini reddetmeyi başarı, engellemeyi iş sandığımız günlere geldik.

Kendi çabalarıyla yeni yükseköğretim kurumları açan, kendi içimizden arkadaşlarımızı engellemeden onur duyduğumuz günlere geldik.

Yeni yükseköğretim kurumları açmadıkça ve açtırmadıkça ve tek kaldıkça ne kadar yalnızlaştığımızı, ne denli kuruduğumuzu ve toplumdan soyutlandığımızı göremediğimiz günlere geldik.

Toplumsal gelişme dersi verdik, toplumsal gelişmeyi göremedik. Anımsatanları, toplumun değiştiğini söyleyenleri küçümsedik; onlara gülümsedik. Onlara kızdık, gerildik, kendimizi yokluğumuzda varkılabilmek için onları dışlamayı çözüm sandık; yalnızlaştık.

Öyle ki bizim kullandığımız birkaç ve hem de yanlış kavramın dışında kavram kullananları olumsuzladık; kendi kullandığımızın en doğru olduğunu savunduk ve kendi kavramlarımızın kullanılmasını doğru, kullanılmamasını mesleğe ihanet saydık.

Bizden olmayan bizim arkadaşlarımızın yokluklarında dedikodularını yaptık, varlıklarında çamurlar attık. Olmadık suçlamalarla devredışı bırakmayı beceri sandık.

Kendimizi, içimizden engellerken ellerimizin kollarımızın gittikçe bağlandığını göremediğimiz, atıllığımızın bizi ne denli toplumdan, üniversiteden soyutladığını bile göremez duruma geldik.

Bu yoksunluk içinde, zaten zorunlu olarak yapmak zorunda olduğumuz bir yüksek lisans tezimizi, bir doktora tezimizi, katıldığımız bir sempozyumda, panelde yaptığımız iki konuşmayı büyük iş ve topluma katkı sandık. Zorunluların dışında yeni bir yaratı için kendimizi hiç zorlamadık. Toplumu meslek kurallarımıza uygun olarak ileri itici hiçbir demecimiz olmadı. Sorulduğunda hep meşguldük ve ama üretimsizdik. Hep işten boğulduk ve hiçbirşey üretemediğimizi, ürettiklerimizin zorunlu olanlar olduğunu göremedik.

Bu getirildiğimiz noktada tek okul olmakla övündürüldük. Tekbaşımıza toplumu kucaklayacağımızı sandık. Topluma yeteceğimizi sandık. Birey başımıza tek kalmış olmanın getirdiği yalnızlık duygusunu, işlevsizlik duygusunu gurur gibi göstermeye çalıştığımız günlere geldik.

Kendimizi dokunulmaz sandık. Bir süre sonra, toplumdan kopuk, toplumsal sorunlara çözümler üretmeyen, gerektiğinde yaşanan sorunlara tepki vermeyen, yeni okul kuramayan, bilgi üretemeyen, meslek gelişimine katkı veremeyen, eli kolu bağlı, kendi dışında mesleğin gelişme eğimlerini dışarıdan izleyen, küçüçük bir katkı verdiğimizde, biz de varız duygusunu yaşama gereksinimi duyduğumuz… Hatta, çaresizce, dışımızda açılan okulları kapattırma arzuları geliştiren… Açılmasın diye kararlılık sergilediğimiz bir yere geldik.

Toplumu ve sosyal sorunları çözümleyemedik. Toplum patladı. Sosyal sorunlar patladı. Mesleği tanımayanların bile böyle bir meslek olması gerektiğini düşünerek bir noktalara geldiği günleri izleye izleye bir günlere geldik.

Yeni okulları bizim dışımızda açmalar başladı. Kamu yöneticisi sosyal hizmet, sosyolog sosyal hizmet, sağlık yöneticisi sosyal hizmet, hemşire sosyal hizmet, Amerikan Filolojisi mezunu sosyal hizmet, tıpçı sosyal hizmet bölümleri açmaya başladı.

Önce, yapamazlar, açamazlar tepkileriyle kendisini gösteren paniği giderek suskunlaşıp sessizce kabullenmeler izledi.

Bize sormadan nasıl açarlar tepkisi, biz duayeniz, ilk açılan okuluz, bari bize sorsalar, mırıldanmalarına dönüştü. İç yarayıcıydı bu söylenenler ve beklenenler. Doğruydu, biz işin duayeniydik ve bize soran olmuyordu. Yeni bölüm açanlara sorduğumda bunun yanıtını açıkça alıyorduk. Yıllarca size sorduk, diyorlardı, yardım istedik diyorlardı ve ne izin verdiniz, ne yol gösterdiniz, ne siz açtınız diyorlardı. Evet, biz, bu işin duayenleri, bize sorulduğunda hep işin gerçek sahibi edasıyla tüm geliştirme önerilerini dudağımızın ucuyla reddetmiştik. İlk açılan sosyal hizmet yükseköğretim kurumları karşısında her üç yönetimde de aynısı yaşandı. Alaycı, küçümseyici ve ürkünç ifadelerle… Ne açtınız, ne açtırdınız sitemi bugün gerçekliğini korumaktadır.

Yeni bölümlerin açılması sayısal olarak arttıkça, hızlandıkça bir süre sonra, yeni bölümlerin açılması aramızda bile konuşulmaz oldu; konu bile edilmez oldu. Duydunuz mu, şurada da açılmış, burada da açılmış şaşkınlık ifadelerini kanıksamışlığa dönüştüren bir psikoloji yayıldı. Suskunlaştık. Giderek daha fazla “duayen”, giderek daha fazla yalnızdık.

Bir süre sonra sosyal hizmetler alanında açıköğretim bölümleri açılmaya başlandı. Avrupa’da vardı, ama farklı koşullar altında. Farklı bir konseptle ve farklı beklentilerle… Bu bilinmeliydi… Aslına bakarsanız HÜ Sosyal Hizmet Bölümü olarak açıköğretim açılsın mı açılmasın mı, hiç konuşmamıştık bile; düşünmemiştik bile. Herkes için sürpriz oldu, kim ne derse desin.

Eskişehir’de açılan iki yıllık bölümle ilgili olarak HÜ SHB’de atılan ilk çığlık kapattıralım oldu. Kapattıracak kurtarıcı da bulundu. O bulununca sakinleşildi. Ve beklendi. Kapanmadığı görüldü. Öğrencilerini aldı; mezun etti. Sessizleşildi.

Bir süre sonra Erzurum’da dört yıllık açıköğretim bölümünün kurulduğu öğrenildi. Benzer süreç… O da öğrenci alıyor.

HÜ Sosyal Hizmet Bölümünün tarihi kısaca böyle geçti. Eleştirisiz ve rüzgarsız ve ama, yapıla”cak” eleştiriye ve ese”cek” rüzgara tepkili… Sessiz ve umutsuz. İşte bugün de söylenen “Ne yapalım? Adım adım oluyor…” söylemi acıklıdır; çaresizliğin dışavurumudur. Durarak geçirilen bir 50 yıl… Üretimsiz geçirilen bunca yıl… 50 yıl içinde, tek okulla kalmak ve onu da kendi içine kapatmak… Ve bunun üzerine “Ne yapalım? Adım adım…” tesellisi… İçimi burkan, “Haksızlık yapma İlhan?” serzenişi… Yapmamak için elimden geleni yapıyorum. İsteğim haksızlık yapmak da değil. Ama, yaptık dediklerinizi, yapılabilecek ama yapılmayanların içinde yüzdeleyiniz bir ne olur? Yüzde kaçı yapılmıştır yapılması gerekenlerin? 50 yılda geleceğimiz nokta burası mı olmalıydı? Devede kulak demez misiniz? Adım adıma fit misiniz? Nasıl fit olursunuz toplum koşarken ve koşacak önderler ararken…

Türkiye’de sosyal hizmet çevresinde, bugüne değin, bunca yıldır yaşanan olumsuzluklarda, özellikle düşünce yönlendiren ortamlarda konuya biz nerede yanlış yaptık diye yaklaşan bir “düşünce ortamına” rastlamadım.

1961 yılından 2000’li yıllara değin Türkiye’nin ilk ve tek yükseköğretim kurumu olan “Sosyal Hizmetler Akademisi”nden başlayarak ve üreyerek gelişen “sosyal hizmet entelejansından” 50 yılı alan sürede ortaya çıkmış sayısız olumsuzluklara karşı bir yerde bir kez olsun, “Burada bizim de hatamız var.” tümcesini duymadım. Hep başkasıdır suçlu…

Yıllardır hergün bir olumsuzlukla karşılaşan sosyal hizmet ortamlarında ilk günden beri aynı kişiler sadece o günü, ama sadece o olumsuz günü değerlendirir ve o olayın ortaya çıkmasıyla ilgili o günkü sorumluları suçlarlar. Yarın bir başka olumsuzluk ortaya çıkar. O da gününe göre birilerinin suçlanmasıyla bir kenara koyulur. Ya hükumettir suçlu, ya genel müdürdür, ya daire başkanıdır. Suçlu ya yetki verilmemesidir, ya mevzuat yetersizdir… Ya mesleğimize saldırı vardır, ya biri bizi pasifize etmek istemiştir. Bunları söyleyen ya toplumsal değişme kavramını ya da eğitimin/öğretimin önemini bilmesi gereken akademisyendir, ya uygulamada o sıkıntının kahrını ve etkisizleştirilmişliğini bizzat yaşayan bir uygulamacıdır. O uygulamacıyı yetiştiren akademisyendir, o akademisyenden feyz alan uygulamacıdır. Durum değişmez. “Bunlar olsaydı, bunlar olmazdı.” ile düşüncelerin bohçası kapatılır. Öğretim elemanlarına göre öğrencilerdedir kabahat; öğrencilere göre öğretim elemanlarında…

50 yılda birtek kitap yazmamış olan, iki bilimsel makale, gazetelere gündelik makale yazmamış olan ve ama hep önlerde, hep konuşan akademisyenin kendine yönelteceği hiçbir kusuru yoktur. Dört yıllık lisans öğreniminde dört kitap okumadan mezun olmuşluğunu böbürlenerek anlatan “uzman”ın hiç kusuru yoktur. Öğreticisini daha iyi öğrenmek için zorlamayan öğrencinin, öğrencisini, sevdiği için, “ama iyi çocuk” olduğu için geçiren öğreticinin hiç kusuru yoktur. Örneğin, sadece, arkadaşının yazdığı el yazma notları okuyarak ve kes yapıştır ile mezun olup “sosyal hizmet uzmanı” olmayı içine sindiren öğrencinin; kes yapıştır ödev hazırlayan öğrencisine 80 vererek geçiren ve mezun eden öğretim elemanının hiçbir kusuru yoktur. Devamsızlık durumu yarıdan fazla olan öğrenciyi final sınavına alan öğretim elemanının; final sınavına girmediği halde o dersten geçen öğrencinin; yanlışlıkla da olsa finale girmeyen öğrenciye geçer not vererek o dersten geçmesini sağlayan öğretim elemanının kendinde bulacağı hiçbir kusur yoktur. Kendisini ve mesleğini amirlerine mesleksel bilgi temelinde sakin ve kararlı anlatamayan mezunun hiçbir kusuru yoktur ya da anlatamadığı için onun yetersizliğinden sorumlu olduğunu söyleyen birtek “öğretim elemanı, birtek “kişi” ortaya çıkmamaktadır. Kişi olarak “herkes” kusursuz, “meslek” dokunulmaz; “uzman” tartışılmaz, “akademisyen” çok meşgul; sadece koşullar, sistem ya da insanlar/yöneticiler/politikacılar kötü ve suçludurlar.

Ben bugüne değin, 10, 20 yıllık mezuniyet sonrasında zaman içre köreldiğini söyleyen, yeni bilgileri almak için hizmetiçi eğitim gereksinimini dile getiren ve böyle bir geliştirici eğitim olmadığı için yakınan bir tek “uzman”a rastlamadım. Yurtdışından kitap ya da bilgi getirten meslek elemanı görmedim. Ülkeye gelen yabancı bir meslek adamının toplantılarında salonu dolduran heyecanlı bir kalabalığa rastlamadım. Haftasonu seminerleri düzenlenmez; düzenlense giden olmaz. Bir konferansa, ya mesleğimle ilgili değil diye gidilmez, ya da mesleğiyle ilgiliyse, ben zaten biliyorum diye ilgi duyulmaz… Kitap yazma sorumluluğunda olan mesleğinden kimseleri kitap yazmadığı için, ciddi, kibar ve kararlı bir biçimde eleştiren bir meslek elemanı görmedim. Yazılmış bir kitabın ya bir toplantıda ciddi boyutta ya da bir makale ile eleştirisi yapılmaz. Niye yapılmaz? Kitabı yazan hoca bizden büyüktür, ayıp olur diye yapılmaz; yaşıtsa arayı bozmayayım diye yapılmaz; kendisinden gençse kitabını okumuş ve onun üzerinde değerlendirme yazısı yazarak ona değer vermiş görünmemek için yapılmaz. Hevesini kırmamak için yapılmaz… Sizden büyük bir akademisyenin kitabının eleştirisini yazacağınızı söylersiniz bir başka akademisyene, sakın ha, başına iş açma sözlerini duyarsınız. Gider, kitabı üzerine soru sorma tekniğiyle sözel eleştirinizi kendisine yaparsınız, emekli olana kadar sizle konuşmaz… Gerçekten konuşmaz; sizi yok sayar.

Kendi içine bakıp da hiçbir kitap yazmadan ya da kaynak göstermeden bozuk ve anlaşılmaz çevirilerle anlam bütünlüğü olmayan tek kitap örneklerle doçent, hatta profesör nasıl olunabildiğini kimse sorgulamaz. Kitapsız yöneticilerin neden daha acımasız ve başarısız olduğu masaya yatırılmaz. Sorsanız, herkes bilir ve ama bunlar hep içimizde kalır; açılmaz… Kitapsız profesörlerin daha çok konuşmaları ve daha saldırgan ve acımasız olmaları kitapsızlıklarındandır. Bunu görmez… Böyle işlenmemiş ve çorak ortamlardan ancak sınırlı nitelikte mezunlar yetişeceğini kabullenmez. Çünkü kendisi de aynı ortamdan yetişmiştir, ama “uzmandır” ve kusursuzdur. Eleştiri kabul etmez…

Evet, biz bu 50 yılı iyi kullanamadık. Destekleşeceğimize birbirimizi yedik, diğer mesleklerle verimli tartışmalara giremedik; onlara kapılarımızı kapattık. Onların bize sokulmalarını kırarak ve inciterek geri çevirdik. Yıllar oldu, psikologlarla, çocuk gelişimcilerle, sosyologlarla aramızdaki sınır ya da ortaklıkları belirlemek adına bir tek panel düzenlemedik. Hiç mi onlarla aramızda konuşarak çözebileceğimiz sorunumuz yok? Ya da hiç mi sorunumuz yok? Niye diğer sosyal meslek elemanlarıyla sağlıklı, ciddi, kavgasız, karşımızdakine değer veren, ancak, mantıklı, bilimsel ve ciddi görüşlerimizle kendimizi anlattığımız bir diyalog kuramadık. Tek sevdiğimiz psikolog, bizi ve mesleğimizi çok sevdiğini söyleyen psikolog; tek anlaştığımız sosyolog bize uzmansın ve çok iyisin diyen sosyolog… Tek sevdiğimiz hukukçu ya da hekim bizi eleştirmeyen ve her daim bize destek olanlar… Kardeş mesleklerle kendimizi onlara tanıtacak sağlıklı bir diyalog kurmak istedik de onlar mı istemedi? Onları ikna edip sorunlarımızı tartışma platformuna çekecek, geliştirici ne yaptık?

Neden her platformda sosyal çalışmacıları kırıcı, sert ya da saldırgan diye nitelendiriyorlar? Neden biz başkalarına “haddini bildirmekten” zevk alıyoruz? “Sözü suratına çarpınca” rahatlıyoruz? Neden, haklarımız için bizim de kendimizin uğraşmamız gerektiğini başka meslek elemanları bize söylemek zorunda kalıyor? Neden bize karşı çıkıldığında gerçekten saldırganlaşıyor da, acaba doğruluk payı var mı diye kendimize sormuyoruz? 50 yılda hiçbir kez özeleştiri toplantısı acaba neden düzenlemedik? Ben kişisel olarak bunca yıldır, meslek ortamında, “Biz de şu noktada zayıfız” ya da “Şurada hata ettik!” diye konuşulan açık ve rahat bir sohbete tanık olmadım.

Dernek toplantılarına neden ilgi duymuyoruz ve kendimize bu soru sorulduğunda da derneği ve özellikle kişileri suçlayıcı yanıtlar üretmeye çalışıyoruz? Derneğin etkinliklerine gitmememizde suçlu niye hep dernektir?

Niye bunca yıldır yazılı üretim konusunda, bizden çok sonra kurulmuş ve sayıları bizi çok çok geçmiş yükseköğretim kurumlarının üretimlerinin yakınına bile yaklaşamadığımızı kendi içimizde sorgulamıyoruz? Niye, kitap yazan arkadaşlarımızın kitaplarını sanki elimize aldığımızda elimiz yanacakmış gibi davranıyoruz? Onların kitaplarını satınalmamız durumunda ona bahşedeceğimiz payeden niye rahatsız oluyoruz ve kitaplarını görmezden gelmek daha çok işimize geliyor? Et sevmeyen kasap mı olur?

Bize aykırı gelenleri, sevmediklerimizi sürekli eleştirmek ve yok saymak dışında bir yol yok mudur? Bulamıyor muyuz?

1961-1998 arasında sosyal hizmet yükseköğretim kurumlarında, üç dönemi iki döneme indirme zorunluluğu (1982) dışında, temel bir müfredat programı değişikliği neden hiç yapılmadı? “Zanman içinde müfredattan kaldırılan ya da müfredata eklenen dersler olduğu gibi içerik yönünden birbirini bütünleyen bazı dersler de birleştirilmiştir.” (Karataş/Erkan, 2005, 129). Yapılan sadece budur. Neden “Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu  […] Sosyal Hizmetler Akademisinin gelenekleri ve müfredat programıyla öğretime başladı.” (Tomanbay, 2005, 60). Bu kırk yılda toplumsal yapı değişimi sosyal hizmet öğretiminin içeriğine yansımamış olabilir mi? 2000’li yıllara girerken yapılan ilk köklü müfredat programı değişikliği işte bu yüzden sancılı oldu ve yıllarca sürdü.

1999 yılında yüksekokulun müdürünün değişmesinden sonra bastırılan değişim gereksinimi ortaya çıktı. Akademik Yapılanma Komisyonu kuruldu. Kısa adıyla AYKOM. Bir takım tarafından hazırlanan raporun değişimi sağlaması 2001-2002 döneminde sağlandı. Bürokratik bir öğretim yapılanmasından akademik bir yapılanmaya geçişin, tıkanmışlığın sancıları üç yıla yakın sürdü. (Süreci öğrenmek isteyenlerin okuması için: Karataş, İl, 2002, 9-58)

Biz yenilikleri izledik diyenler! 1961 2002 yılları arasında toplumsal gelişmeye koşut olarak yeni yükseköğrenim kurumlarının açılması neden engellendi hep? Engellenmedi diyenler için sadece benim bildiğim birkaç örneği sunmak isterim:

Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Ankara Şube Başkanı (1976-1978) ve genel başkan (1978-1980) olduğum yıllarda, dernekten bir grup yönetici ve meslektaş Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine gittik. Sosyoloji profesörü Dr. Özer Ozankaya’nın odasında SBF çatısı altında Sosyal Hizmet Bölümü kurulması için görüşme yaptık. Desteğine gereksinimimiz olduğuna inanarak zamanın Sosyal Hizmetler Akademisi müdürünü de davet ettik. Gelip, sakin, aynı Türkçe’yi duru su biçiminde kullanan Sayın Ozankaya gibi Öztürkçeli konuşma yapısıyla ve biz gençlerin yanında haklı ağırlıklı konuşmalarıyla yeni bölüm kurulma konusunda engelleyici oldu ve toplantıdan ayrıldı. Bu konuşma üzerine görüşmeler sürdürülemedi, geliştirilemedi. (Ayrıntılı bilgiler her zaman verilebilir.) Bu bir.

Sosyal Hizmetler Yüksekokulu’nun bir zamanlar çalışkan, dengeli ve beyefendi Yüksekokul Sekreteri Ertan Serdar Adnan Menderes Üniversitesi Genel Sekreteri olduğu zaman o zamanki yüksekokula belirli öğretim elemanlarıyla dostça çağrılar göndererek üniversitesinde Sosyal Hizmet Bölümü kurulaması için kapılar açtı. Açılan kapıların kollarını kapatma dışında tutan olmadı. Yönetici tutsaydı, öğretim elemanları herhalde çekinik kalmazdı. “Aydın metropol değildir, kurulmaz” görüşü temelinde buna neden ve nasıl karşı çıkıldığı ile ilgili ayrıntılar uygun bir yazıda her zaman verilebilir.) Olmaz, hayır görüşleri yıllarca sürdü, taa ki 2006 yılında bizim tamamen dışımızda, kamu yönetimi çıkışlı bir sosyolog arkadaşımızın Aydın’da, “bize sormadan” bölüm açmasına kadar… Bu iki.

Yılları ve tam adı için eski dosyaları taramalıyım; Hacettepe Üniversitesi salonunda yapılan bir sosyal hizmet konferansında, bir yardımcı doçent – galiba sosyolog -, yanıma gelip, sosyal hizmeti çok sevdiğini, bu alanda çalışmak istediğini ve bizim önayak olup Sakarya’da bir bölüm açmamız halinde çok mutlu olacağını ve bizimle zevkle çalışacağını, kendisini yetiştirmemiz için hazır olduğunu alçakgönüllülükle söyledi. Yüksekokul’a dönüp bu bilgiyi verdiğim, o zamanki yöneticimiz olmak üzere hemen her arkadaşımdan aldığım tek yanıt, hafif bir gülümseme ve “ben” edasıyla söylenen, “Bana da geldi, aynısını söyledi.” tümcesiydi. Kime söylediysem konu üzerine bir konuşma açılamadı. Konu yürütülemedi. Gündeme alınamadı. Çünkü yeni bölümler açılması düşüncesi yönetim kademesinde kilitliydi. Notlar bulunarak ayrıntılı bilgilere ulaşılıp her zaman sunulabilir ya da kendilerine de bu öneri yapılan arkadaşlarımızdan anımsayanlar bu olay üzerine bilgi verebilirler. Bu üç.

Antalya’da yaşayan bir meslektaşın girişimiyle Akdeniz Üniversitesinde bölüm açma olanağı doğdu. Bu öneri benden önce kendilerine yapılan arkadaşlar kendilerini açıklarlarsa yeni bölüm açılmasına neden girişmediklerinin nedenlerini de açıklayabilirler. Sonra bana gelindi. Zamanın rektörü ile tanıştım. Yıl 1987. Sayın Rektörün önerisiyle önce merkez, sonra bölüm diye konuşuldu. YÖK Yasasının 36. Maddesi ile geçici görevlendirildim. Akdeniz Üniversitesine gidip gelerek önce Sosyal Hizmetler Eğitim, Araştırma ve Uygulama Merkezini kurduk. Bu Türkiye’de açılan ilk sosyal hizmetlerle ilgili akademik merkezdir. Birkaç etkinlik yaptık. İş bölüm açmaya geldi. Öğrenci sayısına değin belirlendi. Üç yıllık bir süreç. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü müdürüne bilgi sundum. Akademik Kurulda arkadaşlarıma bilgi aktarmak istediğimi söyledim. Rica ettim. Bu ricamdan sonra birkaç yıl, üstüste akademik kurul yapılmadı. (Sadece öğretim yılının başında ve sonunda yapılanlar dışında…) Arkadaşlarımla paylaşmam özel düzeyde kaldı. Yönetimden destek gelmeyince çalışanlardan gelir mi? Köstekler Antalya’ya uzandı. Bizzat Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü kaynaklı gizli girişimlerle İlhan ile bu işin olamayacağı ve olmaması gerektiği Akdeniz Üniversitesi rektörlüğüne “vuzuh ile” anlatıldı. İkinci müdür zamanında da hava değişmedi. Benimle açık konuşulmuyor, arkadan ve gizliden açılmaması için gerekenler yapıyordu. Yapıldı. İlhan açamazdı. Hava döndü. Üç yıllık çalışmaların sonunda bölüm açılamadı. Girişim, engellemeler sonunda başarısız kaldı. Herhalde birçok “sosyal hizmet “akademisyeni” ve “uzmanı” rahat bir nefes aldı. Açılmaması yönünde yapılan cansiperane girişimlerin kaynakları bende saklı. Bu dört.

Benden birkaç yıl sonra Akdeniz Üniversitesinde sosyal hizmet bölümünü açacak diye. o zamanki unvanıyla Doç. Dr. (şimdi profesör) İbrahim Cılga’nın adı geçti. Bir gazete yazdı. Okulda dillendi. Ne yönetimden, ne akademisyenlerden kendisine bir destek, kolaylık, işbirliği girmediğine eminim. Açılamadı. Ayrıntılar Sayın Cılga’da saklıdır. Bu beş.

2000’li yıllarda bir yıl sığınmacılarla ilgili bir kurumlaşma için Kayseri’ye gittim. Erciyes Üniversitesi rektörüne kısa bir nezaket ziyareti yaptım. Daha sosyal hizmet bölümleri açılması furyası başlamamıştı. Sadece Başkent Üniversitesindeki bölüm kurulmuştu. Söyleşi sırasında şu tümceyi kullandım: “Üniversitenizde bir sosyal hizmet bölümü açarak bizim mesleğe bir iyilik yapınız.” Sayın Rektör’den aldığım yanıt şu oldu: “Rica ederim. Siz Kayseri’de bölümünüzü açarak siz bize iyilik yapınız.” Bu alçakgönüllülük dolu ve sıcak yanıt karşısında Ankara’ya dönerek akademik kurula heyecanla bu bilgiyi sundum. İçimizden iki doktora yapmış arkadaşımızı Kayseri’ye (Ankara’ya beş saat) yardımcı doçent kadrosu ile göndererek bu iş olabilirdi. Bir de öğretim üyesinin katkısıyla bu iş olabilecekti. O zamanki Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü yöneticisi de sıcak bakmadı. Tam sessiz kaldı. Herkes sessiz kaldı. Çözüm ve kurma üzerine bir kişiden bir tek görüş ve söz çıkmadı. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümünde yönetimin tavrı kadronun tavrını daima belirlemiştir. Dostlarım; anlayacağınız balık baştan kokuyor. Bu altı.

Temmuz 2000 – Kasım 2008 yılları arasında HÜ Ankara Meslek Yüksekokulunun müdürlüğünü yaptım. Bu süre içinde, daha önce tek çatı altında olan teknik meslek yüksekokulları ile sosyal meslek yüksekokullarını ayırdım. Okulun adı da HÜ Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu olarak değiştirildi. Bu süreci üniversite senatosunda yaşayan ve ama ne olduğunu anlamadığı belli olan zamanın Sosyal Hizmet Bölümü Başkanı bir akademik kurulda konuyu, İlhan sosyal hizmet meslek yüksekokulu (iki yıllık) açıyor; bize açıklama yapsın, diye getirdi. Yaptığım operasyonu anlattım. Kendilerine sormadan ve rızalarını almadan sosyal hizmet bölümü açmak gibi bir niyet taşımadığımı, aslında yaşlı bakıcılığı, engelli bakıcılığı, gençlik danışmanlığı, sosyal yardımcılık gibi bölümlerin açılması gerektiğini, ancak, bunu destekleri olamadan yapmayacağımı, kaldı ki niyetlerinin olmadığını bildiğim için de böyle bir girişimde bulunmayacağımı anlattığım halde, olumlu, beni anladığını belirten tek ses duymadığım gibi, bizzat, söylediklerime inanmayan, eskiden öğrencim olan müdür yardımcısından, kendisine müdahale etmeyen müdürün yanında oturup, açmağa yeltenirsem kapattıracağı çığlıklarını duyduğum zaman içine düştüğüm hüznü anlatamam. Bugün Türkiye’de enaz sekiz on üniversitede iki yıllık yaşlılık, engellilik ve sosyal hizmet bölümleri açılmıştır. Biz açsaydık daha iyi olmaz mıydı? Açılsaydı ne olurdu? Bu yedi.

HÜ Sosyal Hizmet Bölümünün tarihi tutuculuklar tarihidir.

Ankara Üniversitesinde daha şimdiki bölüm açılmamış iken, HÜ SHB yönetiminden, ama altını çizerek belirtmek istiyorum, çok gizli ve bireysel, akademik kurulda paylaşılmayan, Ankara Üniversitesinde Sosyal Hizmet Bölümü kurma girişimlerinin olduğu kulaktan kulağa fısıldanıyordu. Ben bilmiyorum. Bunun özelliği, Yüksekokul’da konuşulmayan, bir ortak hareket, anlayış ve davranış bütünlüğü ve heyecanı yaratacak bir düzleme sokulmadan bir ya da birkaç kişinin kendi aralarında, kendileri için yapılan özel bir girişim olmasıydı. Böyle olduğu için de başarıya ulaşılamadı ve günü geldi 2007 yılında Ankara Üniversitesinde Sosyal Hizmet Bölümünü Ev Ekonomisi Bölümünden arkadaşlar tarafından açıldı. Bu sekiz.

HÜ Sosyal Hizmet Bölümünün tarihi kişisel çıkarcılıklar tarihidir. Düşünün 1961- 2002 yılları arasında, 41 yıl boyunca ikinci bir sosyal hizmet yükseköğretim kurumu açılması için bizzat “duayen okul” tarafından hiçbir girişimde bulunulmadı[5].

Bizzat Türkiye’nin tek sosyal hizmet yükseköğretim kuruluşunun duayen olarak yeni okullar açması beklenirken, elli yıldır yalnız kalmasının ve sadece benim yaşadığım ve bilebildiğim sekiz aşamalık öneriler, girişimler ve açtırmamalar, engellemeler tarihi… Daha acıklısı: H.Ü. Sosyal Hizmet Bölümü 50 yıllık geçmişini olumlu kullanarak meslekte hakkı olan ve olabileceği en kolay şeyi olamadı; duayen olamadı. Nedenleri ayrı bir öyküdür.

2002 yılında açılan Başkent Üniversitesindeki Sosyal Hizmet Bölümünün, zamanın Hacettepe’deki bölüm başkanına, duyunca “Şok oldum” dedirten herkesten gizli kuruluşu, o güne değin yeni bölüm açılmasını gizli yollarla engelleyenlerin kendileri için bir olanak bulunca gizli kurmalarının anlamını netleştirmektedir. Kişiyi nasıl bilirsin kendin gibi sözünde olduğu gibi… Sonuç olarak söylemek istediğim, o bölümün de “duayen bölümün” ortak çalışmasıyla değil, aynı çatı altında olanların birbirlerinden gizli çalışmalarıyla kurulmuş olmasıdır. Ve giden arkadaşlar, kalanlar tarafından kutlanarak uğurlanma inceliği de gösterilmemiştir. Sorarsanız, buna verilecek karşılık da kendilerine danışılmadan, “gizli” kurulmuş olmasıdır.

Üç yılda kendi içlerinden bir arkadaşları tarafından bir bölümün açılmaması için çaba harcayan ve başaranların, kendilerine hiç bilgi verilmeden açılan bir bölüm karşısında “şok olmaya” hazır olmaları gerekir. Üç yıl bir bölümün açılamasını engellemek için mesai harcayanlar üç yılda 10’dan fazla sosyal hizmet bölümünün açılmasına şaşkınlıklarını dile getiriyorlar şimdi. Duysalardı onları da engelleyeceklerdi besbelli. “Duayenlerinden” aldıkları eğitim bu, kendilerine biçtikleri işlevleri bu, sıgaları bu…

Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümünün yıllardır, daha başındanberi, “Küçük olsun benim olsun” anlayışıyla, yapay ve toplumdan kopuk gerekçeler üreterek ikinci bir okul açılmasını engelleyenler, engellemeye harcadıkları bu zamanlarını bilimsel çalışmalara ayırmış olsalardı bugünkü yaşadığımız akademik kuraklık yaşanmazdı. Hatta enerjilerini engellemek yerine desteklemeye ve kurmaya harcasalardı, onun yaratacağı sinerjiyle böyle kalmaz, üretken olurlardı. Mesleğe iki boyutlu katkı yapmış olurlardı. Üreterek ve açarak… Her durumda da meslek ve disiplini çok ileri bir yerde olurdu.

Şimdi kimin, bize sormadan yeni bölümler açıldı, bunlara kim izin verdi gibi ağlamaklı babalanmaya ya da içlenip sızlanmaya hakkı vardır? Bugün kahır içinde çırpınan ve buldukları tek çözüm “engellemek” olan genç kuşak arkadaşlar bu geçmişi tanıdıklarında görüşlerini herhalde değiştirecekler ve sosyal çalışma mesleğinin yeni bir yapılanma içinde geliştirilmesine katkı vereceklerdir.

Sadece bölüm açılması değil. Bilir misiniz? 1983’te kurulan sosyal hizmet yükseköğretim kurumu o gün dar bir düşünce ile sadece “Sosyal Hizmet” olarak açılan tek anabilim dalının sayısını bugün, 30 yıla yaklaşan zaman içinde ikiye üçe çıkaramadı. 30 yılda hala tek anabilim dalı! Gülünçtür bu! “Sosyal Hizmetler Yüksekokulu bir üniversite bünyesi içinde yer almasına rağmen, 2547 sayılı kanunda sözü geçen “bölüm” ve “anabilim dallarını” oluşturma fırsatını o yıllarda iyi değerlendirmemiştir.” (Karataş/İl, 2002, 25). HÜ Sosyal Hizmet Bölümünde tüm zamanlar, yeni bölümler açılması, yeni anabilim dalları açılması, yeni yayınlar yapılması yerine, neden yeni bölüm açılmaması, neden anabilim dalının sayısının arttırılmaması gerekçelerini üretmeye çalışmakla geçmiştir. Neden açılmaları gerekir düşüncesi semte uğramamıştır. Bunları söyleyenler de kenar mahalle sütçüsü gibi ana arterlere sokulmamıştır. Anabilim dalı açılmaması gerekçelerini duysanız dudaklarınız uçuklar. Gerçekten neden açılmadığını duysanız pes dersiniz. Bu, aslında, okulun pes olmasıdır. Bizim dışımızda yeni sosyal hizmet bölümleri yakında anabilim dalları açtıkları zaman içimizde de olsa bir utanma duygusu yaşamayacak mıyız?

Şimdi toplumsal gelişmenin itisiyle pıtrak pıtrak sosyal hizmet bölümleri açılması karşısındaki şaşkınlığa gerek var mıdır? Kızgınlığa gerek var mıdır? Sadece mesleğin bu duruma gelmesinin başarısızlık nedenlerini araştırmamıza gerek vardır, ki bir daha hata yapılmasın. O da tarihi öğrenerek olur. Bunu konuşmak istediğiniz zaman da ajitasyon yapmakla suçlanırsanız ve nasıl bir düşünce sığlığı karşısında bulunduğunuzu, bu sığlık içinde neden kulaç atamadığınızı anlarsınız. Sığ suda kulaç atılmaz.

Yeni bölümlerin açılmasına HÜ Sosyal Hizmet Bölümü hiçbir zaman sıcak bakmadı. “Eğitimin başladığı 1961 yılından bu yana geçen 40 yıldan fazla bir süre sonunda eğitimin hala tek bir kurumca verilmeye çalışılmasını rasyonel bir karar sonucu sayabilir miyiz?” (Karataş, 2002, 301).

Şimdi, yıllar sonra başkaları, kim olursa olsun, sosyal hizmet bölümleri açmaya başladıklarında ne kimse sana sorar, ne esamen okunur, ne sözlerin ciddiye alınır. Issız çöl gecesinde kum fırtınası ortasındaki kaktüs gibi kalırsın… Karşı çıkmış olmanın yorgunluğuyla bir ses daha karşı çıkarsın. Biter.

Siz yapamazsanız başkaları yapar. Yakınmaya hakkınız kalmaz. Siz yaptırmamak için direnirsiniz; tarih ve toplumsal koşullar zorlar, başkalarına da olsa yaptırır. Açığı gören kapatır. Göremeyenin söyleyecek sözü yoktur. Bu gelişme noktasını yakalayanlar ellerinden geleni tabii ki yapacaklardır. Kızamazsınız. Kızılması gerekenler, zamanında bu zorunluluğu göremeyip, buna göre tavır alamayan ve hatta gelişmeleri bilinçle engelleyenlerdir.

DEĞİŞİM… DEĞİŞMELİYİZ!

50 yılda bir mesleksel tavır geliştiremedik. Mesleksel bir duruşa sahip olamadık. Bilimsel bir nosyon yaratamadık. 50 yılda geleceğimizle ilgili strateji oluşturamadık. Yıllardır, yeni okul açıp da işsiz mi yetiştireceğiz derken sosyal sorunların çığ gibi patlayacağını göremedik. Bu denli vizyonsuzluk mesleği bu duruma getirdi. Bu stratejisizliğimizle, ki strateji yönetim işidir, ikinci okula gerek yok derken, çok yakın bir zamanda her aileye sosyal destek uzmanı, her aileye imam düşüncelerine temel oluşturacak sorunların hacmını göremedik. Biz, yeni okullara gerek yok derken, bu meslekte yeni okullara ve çok fazla sosyal çalışmacıya gerek olduğunu bizim dışımızdaki insanlar gördüler ve kararı ne yazık ki biz değil, onlar verdiler. Birileri, sosyal çalışma mesleğini sosyal hizmet olarak olduğu yerde tutmayı mesleksel başarı sanarken, başkaları ileri taşımaya başladılar. Sosyal mühendislik yaptılar!

Değişim! Değişmeliyiz! Sığlıktan kurtulmalıyız. Okumalıyız. Yazmalıyız. Bugüne, sosyal hizmetlerle ilgili işlevsel ve öğretici kitapları daha çok yazarak ulaşsaydık, yeni kurulan okullar, meslekdışı kişiler tarafından da kurulsalar, eski bilgilerin yazılı üretimlerinden yararlanacaklar ve yeni kurgularını o bilgilerin üzerine inşa etmeleri kaçınılmaz olacaktı. Bu bilgi üretme yoğunluğunu yaratamadık. Bundan böyle, meslekte yeni önerilenlere ve üretimlere heyecanla destek vermeliyiz. Yapılanları alkışlamayı öğrenmeliyiz. Güzel bir gol yeyince alkışlamayı da öğrenmeliyiz. Fair Play diyorlar ya, budur! Çevrenizde düşünce ve eylem üreten herkesi hatalı ya da suçlu görürseniz kendiniz de sığ düşüncelerden ve üretimsizlikten kurtulamazsınız. Kendinizi aşmanın, yaratmanın, üretmenin yolu iletişim, yoğun iletişim ve iyiniyetli çabaları desteklemekten geçer.

Şimdi yeni bölümler, o kapattıralım çığlıkları attığınız bölümler kucağınızdadır. Ya birikiminizle o açılan okullara destek verecek, onların, mesleksel gelişme yolunu bulma sürecini hızlandıracak, o okullara, öğrencilere ve toplumunuza tarihsel katkınızı yapacaksınız ya da onlara “tanımayıp” sırt çevireceksiniz; onlar, toplumsal gelişme süreci içinde bir araya oturup kendi yollarını “sizsiz” bulacaklar, gelişecekler ve sizler oturduğunuz yerde omuzlarınızdaki suçlarınız ve içinizdeki eziklikle, bugün ya da yarın, içerleriniz buruk buruk ya da hatta yaptığınızın sonuçlarını değerlendiremeden emekliliğinizi yaşayacaksınız.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra: Sosyal hizmet öğretim ve uygulamasına 50 yılını veren iyiniyetli büyük bir kesim olanlar karşısında kırgındır, şaşkındır. İstenen, sosyal hizmetin böyle esen rüzgarlara bağlı köksüz ve sıfırdan gelişmesi demek değildi. Şimdi tepkiler var, karışmayın, destek vermeyin diye… Destek verenler mesleksel gelişmeye, her şeye karşın katkı mı vermiş olacaklar, hain mi olacaklar? Vermeyenler kahraman mı, yoksa Türkiye’deki meslek tarihinde 50 yılını stratejisiz ve üretimsiz harcayan ve kendisini kendi kararlarıyla yok eden, ufuksuz ve umutsuz bir mesleksel kuşak mı olacak? Meslek dışından gelip mesleği ele alanların mesleği farklı bir raya oturtacakları kesin. Bu ray tarihsel düzlemde, ilk açılan sosyal hizmet öğretim kurumunun bir türlü göremediği toplumla çakışık, gerçekten olması gereken ray mı olacak, yoksa meslek raydan mı çıkacak? Kısa evreyi bilmem ama uzun evrede tarihsel ve toplumsal gelişmelerin her şeyi tarihe ve topluma uygun rayına oturttuğunu, dünya tarihi deneyleriyle gösteriyor. Tarih bu tür tartışmaların örnekleriyle doludur. Bu tavır tartışmalarının sonu gelmez ve tarih kendini yazar. Bu yazım içinde, yaptıklarını kaleme almayanların hatalarını gösteren imzaları da adları da gün gelir görünmez olur; görüşlerini kâğıtlara dökme yürekliliğini gösterenler tarihin geleceğinde değerlendirilirler. Nasıl? Göreceğiz; görülecek…

Değişimi göremeyen ve yönetemeyenlerin bu noktadan sonra söyleyebilecekleri son söz “Yüreğinin götürdüğü yere git.” diyen Susanna Tamaro’nun kadere teslim sözüdür: Ey sosyal çalışma, tarihin ve toplumun seni götürdüğü yere git. Artık dümen sende değil çünkü…

Üzülmüyor muyuz? Yanlış açılmalara olduğu kadar, zamanında kendisinden başkasına açtırmayanlara… Ya onlar?

KAYNAKÇA

Karataş, Kasım/Sunay İl, 2002, Sosyal Hizmet Eğitiminde Yeniden Yapılanma 1, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yy.

Karataş, Kasım. 2002, “Türkiye’de Sosyal Hizmet Eğitiminin Dünü, Bugünü ve Geleceği”, İç: Karataş, Kasım (Ed.). Değişen Türkiye’de İnsan Hakları Açısında Sosyal Hizmetler, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu.

Karataş, Kasım/Gönül Erkan. 2005, “Türkiye’de Sosyal Hizmet Eğitiminin Tarihçesi”, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu.

Kongar, Emre. 1972, Toplumsal Değişme – Kuramlar, İlkeler -. Ankara: Bilgi.

Tomanbay, İlhan. 1999, “Sosyal = Toplumsal”,iç: Sosyal Çalışmayı Yapılandırmak – Kavramlar – Oluşum – Nitelik – Uygulama, Meslek Tartışmaları 1, Ankara: SABEV, s. 50-52.

Tomanbay, İlhan. 1999, “Sosyal Hizmetler Yükseköğretim Kurumu Neden Hala Bir Tane?”, iç: Sosyal Çalışmayı Yapılandırmak – Kavramlar – Oluşum – Nitelik – Uygulama, Meslek Tartışmaları 1, Ankara: SABEV, s. 98-102.

Tomanbay, İlhan. 2007, “Toplumsal Başka Sosyal Başkadır 1 ve 2”, iç: Sosyal Olmak, Ankara: SABEV, s. 28-37.

Tomanbay, İlhan. 2005, “1960’lı Yıllardan 2000’li Yıllara Sosyal Hizmet Eğitimi”, iç: Onat, Ümit (Yayına hazırl.), Sosyal Hizmet Sempozyumu 2002 – Sosyal Hizmet Eğitiminde Yeni Yaklaşımlar, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu, s. 59-70.

*

NOT: Bu bildiri HÜ İİBF Sosyal Hizmet Bölümü tarafından düzenlenen ve 14-16 Nisan 2011 günlerinde Beytepe Yerleşkesinde yapılan, 21. Yüzyılda Sosyal Hizmetler Nereye? Konulu 7. Ulusal Sosyal Hizmetler Kongresinde sunulmuştur. Basım: Kasım Karataş ve – birinci ciltte – altı, – ikinci ciltte – farklı sekiz arkadaşı (Yayına hazırlayanlar), 2014, İki Cilt, 7. Ulusal Sosyal Hizmetler Kongresi, 21. Yüzyılda Sosyal Hizmetler Nereye? 14-16 Nisan 2011, Ankara, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Yayını. s. 49-64. (Kapağa yanlışlıkla olacak 14-16 Nisan 2011 yerine 20-22 Kasım 2014 tarihleri yazılmıştır. Kongrenin yapıldığı doğru tarih 14-16 Nisan 2011’dir. Kitabın tam adına uymamakla birlikte yukarıya doğru tarihi yazdım.)


[1] Arada belirtilen fark için bakınız: Tomanbay, 1999, 50-52; Tomanbay 2007, 28-37.

[2] Sosyal Hizmetler Nereye? deyişinin en uygun İngilizcesini ararken ve “Where will go social services?”, “Where does the social services go” çevirileriyle İngilizce bilgi sınırlarıma ulaşmışken, HÜ Sosyal Hizmet Bölümü araştırma görevlisi Gökhan Topçu, mükemmel İngilizcesiyle bana diğer denilebilirlikleri sundu. “Where are the social services headed to?” “Where the social services go?”, Onun sunduğu en şiirsel olanı ve içime sineni yukarıda kullandığımdır. Kendisine bu katkılarından ötürü çok teşekkür ederim.

(*)Toplumsal değişme kuramları için Emre Kongar’ın (1972), Toplumsal Değişme – Kuramlar, İlkeler adlı kitabına bakılabilir. Sayfa: 29-161. Bu bölümün önü ve sonrasındaki küçük boy kuramlar da anlattıklarımızı aydınlatacak hüzmeler sunar.

[3] İslam dininde de insanın içine cinin girdiği inancı yaygındır; ancak bu inanç, Hıristiyanlıktan 650 yıl sonra ortaya çıkan Müslümanlığın kendisinden önce varolan Hıristiyanlıktan etkilenerek geliştirdiği, ondan etkilenerek daha sonra ortaya çıkan bir inanç ve ritüeldir. Çünkü İslam’ın kuruluşundan beri varolan bir inanç değildir bu. Hatta cin çarpma dendiğine göre dışarıdan gelerek cinin çarpması düşünüleceğinden cin gene insanın içine dışarıdan girmiştir. Doğuştan insanla geldiği düşünülmez. Cin ve peri “masallarına” inanılmaması gerektiğini anlatan birçok din büyüğü bu görüşü doğrulamaktadır.

[4] Suçluyu dışarıda aramak ile kendinde aramak konusunda yaptığımız bir sohbette bana Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasındaki şeytanın nerede olduğu ile ilgili bu önemli değerlendirmeyi yapan ve konuyu araştırmama neden olarak düşüncelerimi aydınlatmamda önemli katkı yapan sevgili meslektaşım Nihat Tarımeri’ye teşekkür ediyorum.

[5] Bkz: Makale: “Sosyal Hizmetler Yükseköğretim Kurumu Neden Hala Bir tane?” (Tomanbay, 1999)



You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir