Kültürlerarası Eğitim Modülü

Kültürlerarası Eğitim Modülü: İki Dilli Okul Öncesi Lisans Eğitim Programı İçin
Bir Öneri

Prof. Dr. İlhan TOMANBAY

ÖZET

İkidillilik Türkiye’nin 1960’lı yıllarda Avrupa’ya işgücü olarak açılmasıyla başlayan tarihsel bir sürecin ulaştığı bir noktada Avrupa’da yetişen Türkiyeli çocukların hem büyüme süreçleri içinde yaşanarak tanınan ve tanımlanan, hem de bu çocuklar yetiştikten sonra ortaya çıkan farklı bir niteliğin kendisini kabul ettirmesiyle benimsenen bir olgudur.

Bugün, bana verilen sunum ödevi, ikidilli çocukların Türkiye’de yetiştirilmesi tartışmalarına temel görüşlerle katkı vermektir. Türkiye’de bugün, “iki dilli” çok insanımızın varolmasına karşın, “ikidilli” insanımızın sayısı yok denecek kadar azdır.

Türkiye’de iki dilli ve ikidilli yurttaşlarımızın sayısını arttırmak için çocukluklarından başlayarak neler yapılmalıdır? Eğitim öğretim sisteminin yeniden düzenlenmesinden, bilgi üretilmesi ve yöntemler geliştirilmesinden, eğitici ve öğretici kadroların hazırlanmasına kadar yapılacak çok şey vardır. Ama herhalde en önemlisi yaşanan ortamın ikidilliliğe uygunlaştırılması olacaktır.

ANAHTAR SÖZCÜKLER

İki dillilik, ikidillilik, eğitim, öğretim, kültürlerarası gelişme.

 

Giriş

Bu çalıştayda[1] Türkiye’de henüz var olmayan bir şeyi konuşuyoruz. Bu konuda bir bütünsellikten kopamadığım için üç noktaya değinerek başlıyorum.

  • İki dilli çocuklar,
  • Bu çocukların eğiticileri ve
  • Eğitim-öğretim sistemi.

Bunlar hem ayrı ayrı, hem de bir bütün olarak önemlidir. Çocuk, eğitici, öğretici ve eğitim öğretim modeli ve yöntemleri, bir bütün olarak birbirleri ile uyumlu olmak zorundadır.

Türkiye’nin gündemine iki dilli eğitim 1950 ve sonrasında Türkiye’den Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine işçi ve ailelerinin göçü ile girdi. Öyküsü ve konu ile ilgili üretilen kuramlar ilginçtir (Esen; Taheri, 2016). Gerçekten de, iki dilli okul öncesi eğitimin sürekliliğinin sağlanması ve dolayısıyla iki dilli eğitimin amacına ulaşması, ancak iki dilli ortamlarda veya iki dilli toplumlarda gerçekleşebilir. Sadece okullarda kalan iki dilli yaşam evde de ortamını bulmadıkça iki dilli öğretim iki dilli olarak kalır; ikidilli olamaz. Kreşte iki dilli eğitim görüp ilkokul, ortaokul veya lisede tek dile inmek iki dilliği sürekli kılmaz. Süreklilik olmayınca da iki dillilik gerçekleşemez. Böyle bir “iki dilli” eğitim, “iki dilli” öğretimle sürdürülürse, o insan gerçek anlamda iki dilli olabilir. “Federal Almanya’da çocuklar iki kültür içinde yetişiyorlar.” (Boos-Nünning, 1991, 41).

Bu sunumun temel kavramı “iki dilliliktir”. Üniversite çatısı altında her konuya her zaman önce kavramla başlamamız gerektiğine inanan biri olduğum için burada da öyle yapmak istiyorum.

Bir açıklama verilmek ve olgu gösterilmek istendiğinde ayrı yazılan “iki dillilik”, bu koşullar ve konum içinde ortaya çıkacak özne, yani insanın ulaştığı noktayı belirten özgün bir kavram olarak belirtilmek istendiğinde bitişik yazılmalıdır. Çünkü “ikidillilik” artık iki dil biliyor olmayı aşan bir durumdur; iki dil öğrenmekten farklı bir konumdur. İki dil öğrenmenin gerek öğrenende, gerek onun çevresinde yaratacağı çarpan etkisi ile, başka deyişle, sinerji ile iki dili bilmenin ötesinde bir olguyu anlattığı için bitişik yazılmalıdır.

Çünkü “iki dilli” çoğu insan olabilir. Yaşamının herhangi bir aşamasında ikinci bir dil öğrenen iki dillidir. Oysa “ikidilli” olabilmek için, çok küçük yaşta iki dilli bir ortamda büyümek gerekecektir.

İkidillilik sosyal öğrenme yoluyla edinilen bir kazanımdır. İki dillilik, öğrenme yoluyla kazanılmış bir çalışmadır. Yani ben de iki dil biliyorum, ama ikidilli değilim. Çünkü doğumdan ya da kreşten başlayarak öğrenmedim ikinci dilimi. İkidillilik, yaşamının ilk günlerinden, haydi haydi, üç, beş, yedi yaşlarında ikinci dille tanışan ve yaşamında her iki dili birlikte öğrenerek büyüyen çocukların durumunu ifade eden bir kavramdır. Bu demektir ki her iki dili de ana dili öğrenme koşulları altında öğrenenlerin durumudur ikidillilik. Bu farkı herhalde netleştirmemiz gerekiyor.

Özetle, “iki dilli” bir insanın bu iki dilinden birisi ana dili, diğeri yabancı dilidir. Ancak, “ikidilli” çocuğun/kişinin tek ana dili yoktur. İki dilinin ikisi de ana dilidir.

Bir de, kimi metinlerde eğitim ve öğretim kavramının çok karıştırıldığını görüyorum. Eğitim, yeni doğanın doğumla başlayan, çevresini ve tüm yaşamı tanıma, içselleştirme ve öğrenme sürecidir. Görerek, dinleyerek ve öykünerek yaşanan bir süreçtir. Eğitim, değişim sürecidir. Topluma uyum sürecidir. Çok basit şekliyle, yeni doğanın ev ortamında, sonra kreşte, sonra ilkokulda etkilenim yoluyla topluma uyum sürecidir. Kesintisiz bir süreçtir.

Öğretim ise, belirli bir süre içinde yapılan; öğretici/ler aracılığıyla, kitaplar, diğer öğretim materyalleri ve kitle iletişim araçları yoluyla düzenli ve planlı olarak programlı bilgi toplama, anlama, algılama ve kavrama sürecidir. Başı sonu vardır. Sürelidir.

İkidillilik

İki dilli eğitim, örneğin, ana ve babası farklı dillerde olan çocukların ev ortamında ya da evden farklı olarak ikinci bir dil konuşulan kreşlerde her iki dilin yaşanarak öğrenilmesiyle sağlanır. İki dilli öğrenim ise, tek dil kullanılan ortamlarda, ilk, orta ve yükseköğretim süreçlerinde kimi derslerin farklı bir dilde öğrenilmesi modeline verilen addır. İki dilli öğretimden, hele, giderek, üst sınıflardan başlayarak iki dille öğretim yapanların ikidilli olacaklarını söylemek zordur. Onlar ikidilli değil, ikinci bir dil bilen kişilerdir. İki dilli öğretimin en belirgin merkezleri, ikinci dille ders yapan üniversitelerdir. İkidillilikten temel farkı, bunların ana dili tektir. Diğeri “yabancı” dildir.

Biz burada iki dilli eğitim ve öğretim üzerine konuşacağız.

İki dilli çocuklar hakkında bazı tartışmalar vardır. Bunların en temelindeki tartışma iki dilliliğin iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi olduğudur. Bu konuda görülen makaleler ya da sıkça duyulan sözel savlar, anlık değerlendirmeler yapanların anlık değerlendirmeleri, iki dilliliğin olumlu olduğunu söylüyor; ama uzun vadeli, kapsamlı araştırmalara pek tanık olmuyoruz. Kuşkusuz yaşam boyunca karşılaşacakları başka birçok değişken çocukların kişilik yapılarını ve somut yaşam süreçlerini etkileyecektir. Ama, örneğin, kreşte iki dille yetişen bir çocuğun 40 yaşına gelince daha çok saldırgan ya da dingin olup olmayacağı; öğrenme kapasitesinin daha mı yüksek, daha mı düşük olacağı; iş yaşamındaki başarılarının iki dilliliğin sağladığı avantaja ne kadar bağlı olacağı; ileride önderlik yeteneklerinin olup olmayacağı ya da iki dilli çocukların yüzde kaçının genel olarak ileriki yaşamlarında ya da ileriki çalışma yaşamlarında iki dilliliğin avantajlarından yararlanabildiği konusu ile ilgili araştırmalara rastlamadım. İki dilli çocukların uzak gelecekleri üzerine kesin bilgilerimiz yok. Bu konudaki değerlendirmelerimiz daha çok öznel değerlendirmeler. Temel belirleyici beyindir. Ortamdır diyenlere katılmıyorum, çünkü beyin iyi çalışmazsa, belirgin işlevleri ortaya çıkarılamazsa en güzel ortamda bile işe yaramayacaktır.

Sıkça değinilen bir başka konu, çocuğun küçük yaşta iki ayrı dille zorlanıyor olması, fazla yüklenmesi ve bunun çocuğa zarar vermesi tezidir. Bunu doğru bulmuyorum. Hiç girmek istemiyorum aslında bu konulara, ancak, kısacık belirtmekte yarar var. Beynimizde, uzun yıllar 60 milyar, son hesaplamalarla 100 milyarın üzerinde olduğu söylenen nöron, yani minik hücrecikler bulunmaktadır. Son araştırmalar bunun 140 milyara kadar çıktığını söylüyor. Her nöronun içinde bir birikim var. Herhangi bir birikim… Tahta, bardak, kuş her neyse… Çocuk daha küçükken, ne kadar çok nöronun içine ne kadar çok bilgi, kavram, terim koyulabilirse, kültürleme, öykünme, sosyal öğrenme, herhangi bir iletişim ve etkileşimle, oyunlarla, öğreterek vb. her türlü yöntemlerle, o beyin o kadar gelişecek ve daha iyi çalışacaktır. Dolayısıyla, bu, aynı anda iki dil öğrenimi çocuklara ağır gelir mi, gibi tezlerin ben çok doğru olduğu kanısında değilim.

Beyin her şeye muktedir bir organımızdır. Amiyane deyişle, beyin, ‘ne kadar ekmek, o kadar köfte’, tezine çok uygun bir organdır. Beyine bilgi, yormadan, yaşa göre uygun yöntemleri kullanarak, zararlı strese sokmadan, doğru ve dengeli beslenmeyle, yeterli uykuyla, sistemli çalışmalarla “yüklenirse”, beynin bunu kaldırabileceği açıktır. Yeter ki, uygun eğitimi doğru yöntemlerle verelim.

Bir de iki dili aynı zamanda öğrenmek uzun zaman alıyor, tezi var. Biraz uzun zaman alıyor ama şöyle de düşünülebilir. Örneğin, normal ana dillerini öğrenirken çocuklar, diyelim ki zamanlarının %50’sini harcıyorlarsa, zamanlarının diğer %50’sini de kültürü izlemek, anlamak ve öğrenmek için harcarlar. Yani çocukta beyin zaten boş durmamaktadır. Kültürü öğrenmeden de dil öğrenilmez. İki farklı dili öğrenirken belki yüzde elliden fazla bir zaman harcar; iki dili, bir dil öğrenme süresinden belki biraz daha fazla bir süre içerisinde öğrenmiş olur, ancak, aynı süreçte kültür alımları da sürer.

Kuşkusuz, hep tartışmaya açık konulardır bunlar. Çünkü, bu konular, hangi bitkinin hangi iklim ve toprakta daha verimli açacağı konusunda yapılmış somut araştırmalar kadar işlenmiş konular değildir.

Öğrenme yoluyla iki dillilik konusunu özellikle ayrı yazmak gerekir. Ortamdan kaynaklanan ikidillilik, sosyal öğrenme, yani, çocuk yuvalarındaki ikidillilik. Örneğin, bir dönem, Almanya’da yaşayan bir arkadaşımın çocukları iki dili de çok güzel konuşuyordu. Arkadaşım; “Annemiz Alman, ben Türküm. Evde çocuk kimle, ne konuşacağını biliyor. Benimle Türkçe, annesiyle Almanca konuşuyor.” diyordu. Çok ilginç bulmuştum bu durumu. Ben, oralara gittiğim zaman bir farklı modeli de biz aile olarak yaşadık. Anne ve babası, ikisi de Türk olan ve evde doğal olarak Türkçe konuşulan 3-4 yaşlarındaki kızımı, her sabah evimizin avlusundan geçerek aynı bina bloğunda bulunan kreşe bırakıyorduk ve kreş öğretmeni, Danimarka kökenli bir Alman olan Karin’di. Türkçe öğreniyor ve biraz Türkçe konuşuyordu. Kızımla da Türkçe konuşarak geliştirmek istiyordu. Ancak, kreşte, kaçınılmaz olarak, Almanca konuşuluyordu. Benim kızım da Almancayı orada öğrendi. Şimdi Türkiye’de yaşıyor. Kullanamadığı için oldukça geriledi, ama köken olarak iki dilli oldu. Bir Almanla karşılaştığı zaman da Almanca sözcükleri ve hele üslubu şaşırtıcı biçimde bilinç üstüne çıkıyor.

Çok hoş bir anımı anlatayım. Bana çocuğum o yıllarda bir gün evde şunu söyledi: “Baba, benimle lütfen Türkçe konuş Almanca konuşma.” Dört yaşlarındaydı. “Niye yavrum?” diye sordum. “Çünkü, dedi, sen düzgün Almanca konuşmuyorsun.” Çok hoşuma gitti. Etkilendim. Koştum, ertesi gün Karin’e söyledim. Bunu söyleyince şaşırma sırası ona geldi. Aynısını bana da söyledi, dedi. “Sen benimle Türkçe konuşma, Almanca konuş. Çünkü, Türkçeyi güzel konuşmuyorsun!”

Bu çok anlamlı bir anekdottur. Demek ki çocuklar, küçük yaşlarından başlayarak kimin hangi dile daha egemen olduğunun ayırdına varıyorlar. Kiminle hangi dili konuşmaları gerektiğine dair sinyalleri kulaklar beyine iletiyor. Bu sinyalleri alıp anlamlandırıyorlar. Bu ayırabilme ve kavrama gücü onlara iki dili de, hem de en iyisinden, yani, daha iyi konuşanı örnek alarak öğrenmelerini sağlıyor. Biriyle Türkçeyi, ona göre iyi ve düzgün, diğeriyle diğer dili iyi ve düzgün konuşma algısı ve becerisi birbirini destekleyerek çocuğun başarılı bir biçimde iki dili de öğrenmesini sağlıyor. Ve çocuklar böylece ikidilli oluyor.

Çocuklar kimle Almanca, kimle Türkçe konuşacağına kendileri çok net karar verebiliyorlar. Galiba ikidilli olmak temelde bu tercihe dayalı. Dolayısıyla bir hocamız [Çalıştayda, Ed.] dünkü konuşmasında söyledi. Sosyal öğrenmede çocuk kimle neyi konuşacağına kendisi karar veriyor ve ona göre iki dili çok kolay öğrenebiliyor. Ben herhalde, Almanya’da doktora çalışmamı tamamlayınca Türkiye’ye dönmeyip Almanya’da kalsaydım, buradaki değerli birçok dostlarımız gibi, 20-25 yıl sonra mutlaka daha iyi Almanca konuşur ve ikidilliliğe yaklaşabilirdim, ama gene de buna ikidillilik denemezdi. Çünkü iki dilin ikisini birden, aynı zamanda ve çocukluğumda almadım.

Almanya’da 80’li yıllarda Berlin Kreuzberg’de yapıla bir araştırmaya göre, iki dilde okuma yazma eğitiminin, “Türkçedeki başarısının Almancadaki başarıyla birlikte geldiği ve Almancadaki başarının da Türkçe başarısına bağlı olduğu varsayımı, çok önemli sonuçlarla tasdik edilmiştir.” Araştırmada ortaya çıkan sonuçlar, iki dilli eğitimde dil yeteneklerinin birlikte gelişimi hakkındaki dil psikolojisi varsayımını desteklemektedir.” (Uçar, 2016, 298-299). Demek, araştırmalar da gösteriyor ki her iki dildeki yeteneğin birlikte gelişimi temeldir. Yetenek gelişimi doğumla başlar, süreç içinde gelişir!

Bu görüşü destekleyen bir başka ifade Steinmüller’den geliyor: Almanya’da yetişen Türk çocuklarında Almanca konuşma yeteneğinin büyük farklılıklar gösterdiğini söyledikten sonra diyor ki; “Benim gözlemlediğim [Almanya’daki] Türk öğrencilerin %40’ından fazlasında Almanca dil becerisinin çok düşük olması ve bu düzeyde bir dille ileri bir eğitim yarışına baştan eksikli girmeleri bu durumda pek şaşırtıcı değil.” (1991, 106). Evet. Dil yetenekleri birlikte ya da paralel yetişmelidir.

İkidilliliğin Yaş Sınırı

Çocukluktan öğrenme ile sonradan öğrenmenin sınırının hangi yaş ve hangi koşullar olduğunu kesin söyleyemeyiz. Kuşkusuz ikidillilik çocuğun iki dilli bir ortamda doğmasıyla başlar. Bir yaş, iki yaş, üç, dört, beş… Ancak, bana sorarsanız, ikidillilik için çocuğun iki dili konuşma ortamıyla karşılaşma yaşı en geç 5-6 yaşlar olmalı; bunu geçmemeli. 7-8 olmaz mı; olabilir. Kesin bir sınır söylenemez ki! Ancak, beyin ve zeka gelişmesindeki en hızlı dönem 0-4, biraz hızı azalarak sürdüğü ikinci dönem 4-6 yaşlar olduğuna göre bence ikidillilik sürecinin tam anlamıyla yaşanacağı dönem 0-6’dır. Ancak, genel olarak ve savsız söylüyorum, 20. yaşın altında yabancı bir ülkeye gidip evde ve sokakta iki dilli bir ortama giren ve mutlaka yabancı dili gramatik olarak öğrenerek başlayan bir genç, eğer bütün ömrünü iki dilini de kullandığı ortamda geçirirse bir 30 yıl sonra ikidilli denecek ölçüye gelir mi?

Eğer ev ortamında kullanılan ana dili düzgün konuşulan bir aile ortamındaysa; sosyal etkileşime açık ve yaşamını insanlarla yoğun iletişim içinde sürdürüyorsa, insan, belki bir 30 yıl sonra ikidilli denilebilecek bir noktaya gelebilir. Ancak bu olanak sınırlıdır.

Eğiticiler

Çok dilli çocukların eğiticileri nasıl olmalı? Eğitici iki dile de egemen olmalıdır; özellikle kendi diline egemen olmalıdır. Dilbilgisi kurallarıyla Türkçeyi ya da ana dillerini iyi bilmelidirler. Konu olaraksa konuya egemen olmalılar, yani; kiminle dans ettiklerini iyi bilmelidirler. Eğitim olarak ise eğitim bilimine, yani, pedagojiye egemen olmalıdırlar. Kültür olarak kültür farklılıklarına ve kültür bilimine egemen olmalı ve başarılı bir iletişimci olmalıdırlar; özellikle çocuklarla.

Şimdi burada, çok önem verdiğim bir noktaya, Türkiye açısından değinmek istiyorum. Nasıl bir öğretim verelim üniversitelerde? Ben üniversiteden birkaç ay önce ayrılmış bir öğretim elemanıyım. Türkiye’de üniversiteler büyük oranda geri gitmiştir. Neden geri gitmiştir? Çünkü, belirli bir süreden beri özellikle sosyal bilimlerde ağırlıklı olarak ezbere dayalı öğretim yapılmaya çalışılmaktadır. Acı olan öğrencilerin ezbere dayalı öğrenmesi değildir. Profesör, doçent olan öğretim elemanlarının ezberleyin çocuklar diyerek onları ezberleyerek öğrenmeye yönlendirmeleridir. Üniversitede ezber olmaz. Ezber ve algı diye, bunu pedagoglar çok iyi bilir, mekanik ve kavramsal iki öğrenme türü vardır. Ben kavramsal diye nitelenene algısal diyorum. Aynı kapıya çıkar. Kişinin algılaması gerekir ki interaktif öğretimi yapabilsin. Algılaması gerekir ki çocuğu anlayabilsin. Kitaptan ezber bilgilerle özellikle bilgisayardan kes yapıştır ev ödevleri ile yetişecek olan bir eğitimcinin hatta öğretim elemanının hiçbir şekilde başarılı olabileceğine inanmıyorum. Üniversitede, özellikle yeni kurulacaksa, bu konularda mutlaka algıya dayalı, yani, ezbere değil kavrayarak öğrenmeye dayalı bir eğitimin oturtulması gerekmektedir. Bunu çok önemsiyorum.

Çünkü ezber bilgi, yaşama aktarılamayan bilgidir. Yaratıcılığı olmayan, yaratıcı noktalara gelemeyen bilgidir. Öykünme bilgidir. Ezber bilgiyle meslek uygulanamaz. Bir bilginin insanı yaratıcı ve üretici kılabilmesi için algılamak, bilgiyi sindirmek, özümsemek gerekir.

Çok dilli çocukların yetiştirildiği, üzerinde daha bilgili olduğum Almanya örneğini ele alarak birkaç şey söyleyebilirim.

En az bir yabancı dil mutlaka iyi bilinmelidir. Oyunla öğretim yöntemleri kreşte zaten biliniyor; bu Türkiye’de, kreşlerde oyun düzeyinde, çok da kötü değil. Ancak, iki dilli öğretimde görev alacak öğretim elemanlarının yetiştirilmesinde algısal öğrenme temel alınmalıdır. Bu alanda çalışanlar, özellikle üniversite öğretim süreçlerinde öğretim elemanlarından çoğunlukla ezbere dayalı kuramsal bilgilerle sınıf geçtikleri için bu konuda başarılı olunabileceğini sanmıyorum.

Yetiştirilecek olan bu öğreticiler, öğretim elemanları, örneğin, oyunla öğretim yöntemlerinin kuramsal temellerini kavrayarak uygulamaya dönüştürecek düzeyde öğrenmelidirler, bilmelidirler.

Yabancı öğretim elemanlarıyla birlikte çalışıp, onlarla uyumlu, anlaşmayı kolaylaştıracak yöntemler geliştirmelidirler. Özellikle yabancılara yabancı kalan öğretim elemanları ne ikidilli eğitici yetiştirebilir, ne çocuklara yararlı olabilir. Yetişecek öğreticilerin bilişsel ufukları geniş olmalıdır. İletişim becerileri geniş olmalıdır ve çocuğu ikidilli yetiştirecek ortamın da nasıl düzenlenmesi ve nasıl kullanılması gerektiği konusunda da bilgili ve becerili olmalıdırlar.

Zaman dar. Diğer iki ögeyi atlayarak kültürel ve içerik farklılıklarından geçerek yapısal bir farklılığa değinmek istiyorum. Sevgili Prof. Dr. Esen hocama da belki, beklediği bilgileri verebilmek adına ufak bir katkım olabilir.

Almanya’da, profession değil, occupation sözcüğüyle ifade edilen meslek öğretimi lise ile üniversite arasında, yani üniversite dışında bir yerde kurgulanmıştır. Türkiye’de ise eğitim ve öğretim sisteminde iki yıllık öğretim sistemi, meslek öğretimi üniversite kapsamındadır. İki yıllık öğretim kurumları hem üniversite çatısı altındadır ve hem de tamamıyla ezbere dayalı öğretim yapılan kurumlardır. Oysa üniversitede ezber olmaz. Üniversite düşünce üreten, değerlendiren, yorumlayan, sorgulayan, düşünsel yaratılara açık olması gereken kurumlardır. Üniversite ile ezber yan yana gelemeyecek iki sözcüktür. Ama Türkiye’de aynı çatı altındadırlar. Bu çarpık durum, hem öğrenilen mesleği, yani iki yıllık öğrenimi ve hem de ülkedeki tüm üniversiteleri değersizleştiren, değerlerini düşüren bir durumdur. Çünkü meslek yüksek okullarında, bilgileri var olan hazır kaplarda (kağıtlarda, ekranlarda) uygulamaya aktarılamaz bir biçimde verip sınıf geçirme ile sonlanan bir öğretim süreci yaşanmaktadır. Bu mutlaka önlenmelidir. Öğrencinin mesleğini üretebileceği, içselleştirebileceği, uygulamaya dönük, bilgisini ve becerisini geliştiren bir öğretim kurgulanmalıdır. Ancak bunun için de işe Meslek Yüksek Okullarının öğretim elemanlarından başlanmalıdır.

Türkiye’de iki yıllık öğretim programları bu farklar iyi kavranarak yeniden kurgulanmalıdır. Ancak böylelikle başarılı yeni bir oluşuma girebiliriz diye düşünüyorum. Hatta, üniversitelerimizde çocuk gelişimi ve eğitimi bölümleri var. Dört yıllıktır bunlar. Bu alanlarda, -kreş dahil- çocuklarla ilgili eğitim alanlarında çocuk bakım elemanı, çocuk eğiticisi ve öğretici yetiştirilmektedir. Ancak bu okullardan kültür farklarına dayalı iki dilli öğretim çerçevesinde eleman yetiştirilmesi henüz düşünülmeye bile başlanmamıştır.

Ben sadece Ankara’da Gazi, Ankara ve Hacettepe üniversitelerinin hocalarıyla daha önce yaptığım konuşmalara dayanarak bu bilgiyi veriyorum. Öyle bir bölüm var, ama eğitici ya da eğitmen denilen kategori, branş Türkiye’de yoktur. Şimdi yeni yeni bazı öğretmenler iş bulabilmek için kendilerine eğitici falan demektedirler ama Almanya’da olan o üç yıllık ya da iki yıllık eğitici okulları Türkiye’de o düzeyde yoktur. Öyle görünüyor ki eğer böyle bir şey kurulacak olursa bu da üniversite içinde dört yıllık bölüm olarak kurgulanacaktır. Çocuk eğitim ve gelişimi bölümleri bu yönde ele alınıp yeniden düzenlenebilir.

Bunun yanında dikkat edilmesi gereken bir konu olarak, Almanya (ya da diğer Avrupa ülkeleri) ve Türkiye arasında denklik konusu da gündeme alınıp değerlendirilmelidir. Çünkü Almanya’da eğitici ile Türkiye’de çocuk gelişimci ya da öğretmenin öğrenimleri pek de denk değildir birbirleriyle.

Öneriler

Hızla önerilerime geçiyorum. Bunları tamamen konunun içeriğine göre ortaya çıkarmaya çalıştım; yani, bir kaynaktan alınmadı. Konuya özgü, tartışılabilir ya da geliştirilebilir önerilerdir.

  • Öncelikle, iki dilli öğretim vermek üzere yetiştirilen öğrencilere ‘’Toplumsal Yapı’’ dersi verilmelidir. Toplumsal yapı sosyolojiye, toplumbilime dayalı bir derstir. Toplumun yapısının sürekli değiştiğini anlatır. Bu dersi de diğer tüm dersler gibi, sınıf geçme hedefiyle ezberleyip geçerseniz, sizde kalıcı bir şey bırakmaz. Bu ezber bir bilgi olarak akar geçer; unutulur gider. Ancak bilirseniz ve kavramışsanız ki, toplumlar durmaksızın değişir; içinde yaşadığımız toplum da değişiyor, işte o zaman zihninizde bir şeyler canlanmaya başlar. Bunun yanı sıra ekonominin, üretim ilişkilerinin önemli bir rolü var. Ezber yoluyla değil, algı yoluyla öğrendiğiniz için de bu dersten aldığınız bilgileri kullanabileceksiniz, yaşama aktarabileceksiniz, zihninizde bir yerlere oturtabileceksiniz, böylelikle bilgilerin kullanılma katsayısı yükselecek. Bu çocuklar yarın büyüyecekler, belli mevkilere gelecekler ve bu değişimde kültürün önemli bir rolü var; bunu kavramış olacaklar. Bu dersin temel bilgilerini algılayarak bilirseniz bu alanda galiba önemli bir zihin açıcı temel oluşturabilir Toplumsal Yapı dersi.
  • Psikolojiye Giriş dersi mutlaka verilerek gençlik psikolojisi ve sosyal psikoloji konularında temel bilgiler mutlaka verilmelidir. Gençlik psikolojisini bilmeden üniversitede onlarla sağlıklı diyalog kurmak biraz zor gibi görünüyor bana. Sosyal psikoloji de grup içerisinde bağlantıları değerlendiren bilim dalıdır. İnsanlar sosyal gruplar içinde yaşadığına göre ve bu çocuklar ve gençler de birbirinden farklı gruplarla uyum içinde yaşamak durumunda olan gençler olduğuna göre bu dersin öğrenciye katacağı herhalde çok şey bulunur.
  • Kültürbilim, – buna antropoloji diyemiyorum ama antropolojinin (insanbilim) önemli bir boyutudur – konusunda bu gençler bilgili olmalıdır. Hatta gençlik kültürü, örneğin;”Apaçi kültürü” gibi, bilmediğimiz birçok gençlik kültürleri ve benzerlerini bu gençlerin bilmeleri gerekir[2]. Çünkü değişik yabancı ülkelerden gelen delikanlılar veya genç kızlar, bu kültürlerin farklı altkültürlerinden gelmiş olacaklardır. Bu farklı kültürleri bilecek, hatta birkaçının içinde yer alacak ya da girip çıkmış olacaklardır. Farklı kültürleri tanıma ve içselleştirme, gençlerin yaşamı tanıma ve sıkıntılarını anlayışla karşılama konusunda işlerini kolaylaştıracaktır.
  • İletişimi mutlaka çok iyi bilmelidirler. Böyle bir ders de konmalıdır. İnsanı anlamak diye bir dersin çok yararlı olacağına inanıyorum. Tabii bu derslerin içeriklerinin de titizlikle ve doğru hazırlanması gerekir. İnsanı anlamak denince hangi dinden, hangi dilden, hangi ırktan olursa olsun, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, deniz kıyısından da gelse, dağdan, ormandan da gelse o insanı anlamaya çalışmak gibi bir özelliği geliştirmeyi kastediyorum.
  • Kültürel çevre ve insan çerçeveli bir ders, insanın kültürel çevresi içinde bir varlık olduğunu anlatan, kavratan, dolayısıyla önyargılı olmayı ortadan kaldıran, insanı yargılamayı azaltan bir ders olarak önem taşımaktadır.
  • Gençlik jargonu belki çok sınırlı bir seçmeli ders olabilir ama bence gereklidir. Hatta örneğin, “Apaçi gençlik” gibi, onların jargonunu bilen öğretim elemanları yetiştirilmelidir. Onlarla anlaşabilmeleri için bu jargonu bilmek önemlidir, çünkü değişik ülkelerin değişik kreşlerinden gelen gençler olacaktır bunlar.
  • Uygulama ağırlıklı ders olarak da, yaşam pratiğini ortaya çıkaran dersler geliştirilebilir. Derslerin adını lütfen siz koyun, çocuklara bu derste, isterseniz kreş, isterseniz ilkokul ya da ortaöğretim aşamasındaki aile deneyimleri sorulabilir. Öyle ilginç noktalar ortaya çıkar ki, şaşırabiliriz. Çok şey öğreniriz bu yaşam deneyimlerinden. Örneğin, anne ve baba ayrı dilleri olan kişiler olabilir. Aynı dile sahip, ama, farklı okullarda, farklı öğretmenlerden yetişen çocuklar olabilir. İlköğretim deneyimleri, ortaokul ve lise deneyimleri konusunda interaktif bir eğitim değil, öğretim yapılmalıdır. Onlara danışılarak sorularak bunlar irdelenmelidir. Bu şekilde çok verimli bilgilerin çıkacağına inanıyorum. Gene bunlar gibi uygulamalı derslerin içinde “Arkadaşlarınızla ilişkileriniz nasıldır? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” benzeri sorularla özgeçmişlerine kadar inilebilir. Bu tür sorulara verilen yanıtlar bize belki büyük oranda ışık tutabilir. “Farklı bilgi öğrendiğin zaman çok mu zorlandın? Sende bir travma yarattı mı?” gibi ek sorular eklenebilir.
  • Çocuklukta yaşanılan travmalar çok ileri yaşlarda bile olumsuz etkilerini gösterebiliyorlar. Bunları belki ortaya çıkartabiliriz. Türkiye’de bu öğretimi alan gençler üzerinde bu konuda çalışarak yerli bilgiler de üretmiş oluruz. “O zamanları bugüne göre nasıl değerlendiriyorsun?” diye sorular sorulursa belki birçok veri ortaya çıkacaktır. Bunun için araştırmalar da yapmak gerekir diye düşünüyorum. Arkadaşlarıyla iletişimleri, ilkokul, ortaokul ve lise döneminde öğrencilerle ilişkileri konusunda çok ilginç bulgulara ulaşılabileceğini sanıyorum. Sosyogram yapılabilir. Arkadaşları arasındaki önceki ve sonraki ilişkilerine bakılabilir. Bunlardan çok değerli bulgular çıkacaktır.

Bakalım çift dilli, iki dilli yetişenler kendi gibi olanlara mı daha yakınlık gösteriyor, yoksa farklı öğrencilerle, gençlerle mi daha çok iletişim kuruyor; arkadaşlık kuruyor? Analitik düşünceleri mi, sanatsal düşünceleri mi daha önde; daha gelişkin? Bu tabii bir ölçüde bilinen bir şey, ancak, araştırma konusu olunca bizi çok değerli başka bilgilere, bulgulara ulaştıracaktır. İkidilliliğin özellikleri ortaya çıkabilir.

Sonuç

Sonuç olarak, iki dilliliği aile ve toplum içinde sahip olunan olanaklar açısından bir şans diye görüyorum ben. Beynin iyi kullanıldığı zaman çok üretici bir organ olduğunu vurgulamak istiyorum. İki dilli gelişen beyinlerin daha yaratıcı, daha kavrayıcı olacağını, olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle aynı zamanın, iki dili de – pratik temelde – öğrenmeye yeteceğini düşünüyorum. Çünkü birinin iyileşmesi diğer dilin kullanımını da kendiliğinden iyileştirecektir.

Bu Türkiye için yeni bir kapıdır ve önemli bir kapıdır. Bu kapı umutla, yılmadan genişletilmelidir. Hem eğitici ve öğreticilerin yetiştirilmesi, hem iki dilli gençlerin geleceğe hazırlanmasının nasıl olması gerektiği titizlikle düşünülmelidir.

Kültürlerarası gelişme dünyayı da toplumları da, aile, grup ve bireyleri de varsıllaştırır; güzelleştirir.

Bu çalıştayın yanyana yükselen direkleri şunlardır:

  • Dünyanın her bir tarafında iki dilli yetişen Anadolu çocukları.
  • Türkiye’de – ikidilliliğe çok uygun olmayan – farklı ortamda iki dilli yetiştirilmek istenen, yetiştirilecek olan Türkiye’nin çocukları.
  • İki dilli çocukların temel öğretimlerinin (ortaokul ve lise) yapılandırılması.
  • Üniversite öğretimlerinin yapılandırılması.
  • İki dilli yetişenlerin üniversitede özelliklerine uygun yetiştirilmeleri için bu eğitim ve öğretimi verebilecek eğitici ve öğreticilerin yetiştirilmesi.
  • Kreş, ilkokul, ortaokul ve lisede görev alacak eğitmenlerin ve öğretmenlerin yetiştirilmesi.
  • İki dilli yetişecek olanların üniversite öğretim model ve yöntemlerinin üretilmesi.
  • Uygun ders gereçlerinin hazırlanması.

Bu çocuklar, bu gençler, ezber temelli öğretim verilen eğitim öğretim ortamlarında başarısız olacaklardır.

Bu çocuklar ve gençler için, kendilerini anlayıp onlara destek verecek özel donanımlı eğitim ve öğretim elemanları bulunmalıdır.

Bu çocuklar ve gençler için, çağdaş, hem yerli hem uluslararası boyutu olan öğretim konuları (ders) ve yöntemleri geliştirilmelidir.

En önemlisi: Eğitimci yetiştirecek öğretim elemanları kesinlikle ezberci olmayan, algıya dayalı kavramsal bir öğretim düzeyini oluşturmak zorundalar. İyi bir kültür, toplumbilim ve psikoloji, iletişim dersleri ile bütünlük içinde verilmelidir.

Ama herhalde, bunların gerçekleştirilmesi ve eğitim öğretimin amacına ulaşabilmesi için “iki dilli” yetiştirilecek olan çocuk ve gençlerimizin tam anlamıyla “ikidilli” olabilmeleri için onların yaşadığı ortamların da buna göre hazırlanması, ikidilliliği besleyecek sosyal etkileşim ve iletişimlerin gerek yurtiçinde gerek yurtdışında eğitim ve öğretim süreçlerinde kesintisiz olarak sağlanması önkoşuldur gibi gelir bana.

Hepinize saygılarımı sunuyorum.

KAYNAKÇA

BOOS-NÜNNING, Ursula. “Çiftkültürlü Yetişme”, İç: KELEŞ, Ruşen; Jürgen NOWAK; İlhan TOMANBAY, Türkiye’de ve Almanya’da Sosyal Hizmetler – Ansiklopedik Sözlük – , Selvi Yayını, Ankara, 1991, s. 41-43.

ESEN, Erol (Ed.). 2016, Bir Çocuk – İki Dil; Berlin Örneğinde Türk-Alman Okul Öncesi Eğitim Koşulları ve Fırsatlar, Ankara: Siyasal.

ESEN, Erol; Anahita Taheri, “İki dilli Okul Önesi Eğitim Hakkında Bilimsel Tartışmalar ve Uygulamalar – Berlin’de Türk Kkenli Göçmen Çocuklar ve Gençler Örneğinde Bir Giriş”, iç: Erol Esen (Ed.), 2016, Bir Çocuk – İki Dil; Berlin Örneğinde Türk-Alman Okul Öncesi Eğitim Koşulları ve Fırsatlar, Ankara: Siyasal. s. 39-126.

STEINMÜLLER, Ulrich. “Ikidillilik”. İç: Ruşen KELEŞ; Jürgen NOWAK; İlhan TOMANBAY (Ed.), Türkiye’de ve Almanya’da SOSYAL HIZMETLER. Ansiklopedik Sözlük. Ankara, Selvi Yayınları, 1991. s. 105-108. (= “Zweisprachigkeit”. In: Deutsch-Türkisches Wörterbuch der Sozialarbeit. Hrsg. v. R. Keles, J. Nowak und I. Tomanbay. Ankara 1991) Download türkisch (PDF, 30,5 KB)Download deutsch (PDF, 29,3 KB) (http://www.daf.tu-berlin.de/menue/deutsch_als_fremd_und_fachsprache/personal/ professoren_und_pds/prof_i_r_dr_ulrich_steinmueller/wichtige_publikationen/beitraege_in_festschriften_und_sammelbaenden/) ((http://www.daf.tu-berlin.de/fileadmin/ fg75/IKIDILLILLIK_Zweisprachigkeit_T_rkisch.pdf) (http://www.daf.tu-berlin.de/fileadmin/fg75/Zweisprachigkeit.pdf)

UÇAR, Ali. “İki Dilde Okuma Yazma Eğitimi(Türkçe – Almanca”, iç: Erol Esen (Ed.), 2016, Bir Çocuk – İki Dil; Berlin Örneğinde Türk-Alman Okul Öncesi Eğitim Koşulları ve Fırsatlar, Ankara: Siyasal. s. 293-300.

NOT: ÖZGEÇMİŞ

İlhan Tomanbay, Prof. Dr. İskenderun (Hatay). 1948. Sosyal Hizmetler Akademisi’nden mezun (1971). Sekiz yıl, önce Türk-İş’e, sonra DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikasında eğitim ve araştırma uzmanı (Nisan 1972-Ağustos 1979). F. Almanya’da sendikacılık eğitimi ve yurtdışındaki işçilerimiz ve aileleri üzerine uygulamalı mesleki çalışmalar (1974-1975). F. Almanya’da bir yetiştirme yurdunda gençlik sosyal çalışmacısı olarak çalıştı (1975-1976). 1979: Statü değişikliğiyle, Sosyal Hizmetler Akademisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu ve H.Ü. İİBF Sosyal Hizmet Bölümünde akademik süreç. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika kürsüsünde yüksek lisans (1979-1981). 1985: Berlin Sosyal Çalışma ve Sosyal Eğitim Yüksekokulunda (Alice Salomon Fachhochschule für Sozialarbeit/Sozialpädagogik) konuk öğretim elemanı ve Berlin Teknik Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Sosyal Eğitim ve Sosyal Çalışma Bölümünde (Technische Universität, Berlin, Fachbereich für Erziehungswissenschaften, Abteilung Sozialpädagogik/Sozialarbeit) Friedrich Ebert Vakfının bursiyeri olarak doktora (1987-1990). Sosyal hizmet anabilim dalında doçentlik (1993) ve profesörlük (1999) sanını aldı. Akdeniz Üniversitesinde (Antalya) Sosyal Hizmetler Eğitim, Araştırma ve Uygulama Merkezi’ni (AKSUM) kurdu; iki yıl müdürlüğünü yaptı (1998-2000). SABEV (Sosyal Hizmetler Araştırma, Belgeleme, Eğitim Vakfı) kurucusu ve başkanı. Hacettepe Üniversitesi Ankara Meslek Yüksekokulunda müdür yardımcısı (2000-2002) ve müdür (2002-2009). 2014-2015: H.Ü. Sosyal Hizmet Bölüm Başkanlığı ve emeklilik.

*


[1]Bir Çocuk – İki Dil: Türk-Alman Kreşlere Öğretmen Yetiştirmeye Yönelik Müfredat Çalışmaları” konulu ve 11-12 Kasım 2015 tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirilen Çalıştay. Düzenleyenler: Akdeniz Üniversitesi AB Araştırma ve Uygulama Merkezi (AKVAM), Heidelberger Zentrum für Migration und Transkulturelle Pädagogik (Hei-Mat), Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği İstanbul Temsilciliği

[2] Apaçi kültürü, varoşlarda yaşayan, eğitim ve gelir seviyesi düşük insanların oluşturduğu bir gençlik hareketini ifade eder. Giyim tarzları, dinledikleri müzik türü ve danslarıyla dikkat çekerler. Manevi değerlerden yoksun oldukları söylenir. Apaçi kültürü, varoşlarda yaşayan, eğitim ve gelir seviyesi düşük insanların oluşturduğu bir gençlik hareketini ifade eder. Giyim tarzları, dinledikleri müzik türü ve danslarıyla dikkat çekerler. Manevi değerlerden yoksun oldukları söylenir.


You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir