Neye üzülüyorum, biliyor musunuz?
Neye üzülüyorum, biliyor musunuz?
İlhan Tomanbay
İstinye Üniversitesi Öğretim Üyesi
13 Haziran 2017 günü, Facebook’da, içimden geldi, kendi sayfama bir cümle yazdım. Doğruluğuna inandığım… Bir mesleği iğdiş eden, bırakın gelişmesini, kendine gelmesini, ortaya çıkmasını önleyen bir tarihi yanlışlığı dile getirdim. O cümle tüm dünyanın gerçeği idi.
Dedim ki;
“Neye üzülüyorum, biliyor musunuz?
“Herkes sosyal hizmeti sosyal çalışma sanıyor.”
Bu cümleye itiraz edenler de bilir ki sosyal hizmet ve sosyal çalışma iki ayrı şeydir ve bu bir gerçektir. Bunu bile bile bu farkı reddetmek, ya da iki farklı şeyi aynı adla anmakta ısrar etmek, mesleğe verdiği zarar kadar o mesleğin tüm sahiplerine de zarar veriyor. Ayrıca, bu inadı sürdürenlere de farklı boyutta bir zarar daha veriyor. Onların dünyalarını, algılarını, bakışlarını %50 daraltıyor, yaratıcılıklarını törpülüyor; özgüvenlerini kilitliyor. Düşünmelerini önlüyor. (Neden bu yanlışı bile bile sürdürdükleri konusuna bu yazıda girmeyeceğim. Var bir nedeni.)
“17 Haziran 12:43” tarihine kadar dört gün olumlu olumsuz tepkiler geldi yukardaki ifadeye. Hiçbirine anında yanıt vermedim. Kimseyi incitmedim, okudum, izledim, durulmayı bekledim. Dört günde duruldu. Konunun önemi ortaya çıktı.
Birkaç şey öğrendim.
Kısa bir istatistik: 482 kişi beğeni göstermiş. Yazısız, yorumsuz beğeni yolladıklarına göre bunlar gerçekten beğenenler diye düşünüyorum.
11 kişi kendi çevreleriyle paylaşmış. Bunların da beğendikleri için paylaştıklarını düşünebiliriz.
Yorumlar – yanlış saydıysam bağışlayın – 35 kişiden gelmiş. Ancak, correspondence denilen, karşıt, uygun, destekleyen, konudışı kişisel değerlendirmeler yapan, bana değil de kendi aralarında tartışan ya da söyleşen yazmışlık sayısı 80. Toplamda ortalama üç ileti yollanmış kişibaşı, ancak, bunu yapanların sayısı çok sınırlı. Varlığına alan bulup görüşlerini gösterme zevkini yaşayanların sayısı az. On civarı. Yani, yapılan yorum sayısı yorum yapandan çok daha fazla. 80 kez düşünce iletmek amacıyla klavyeler kullanılmış, görüşler dile getirmiş. Aralarında iç tartışmalar da var, birbirini desteklemeler de… Ancak yorum getirenlerin sayısı hayli düşük. (Değmezdi diye düşünenler olacağını biliyorum, ama acı olanı, değmeyeceği için yorum yapmayanların bodoslama değdirmek için görgü özen, iletişim modeli, ilişki biçimi gibi
insana değer verme ve bu yüzden insanı iyileştireme mesleği olan sosyal çalışmaya hiç uymayacak bir modelde ve tonda kişisel saldırı yapmaları. Bunun değdiğini düşünüyorlar demek. Ancak mesleğin yapısına uygun değil. Olsun, onlar zaten sosyal çalışmacı değil ki, tüm sosyal hizmetlerin geniş kapsamlı uzmanları. (Bu ifadeyi kendini sosyal hizmet uzmanı olarak adlandıran ve mesleğin düzeyine sahip çıkan iyiniyetli meslektaşlar için kesinlikle söylemiyorum.)
Getirilen yorumlar farklı. Ancak, içinde yorum olmayan yazılar çoğunlukta.
İlhan Tomanbay’a açıktan ne kadar keskin ve sert vurursam o kadar güçlü ve haklı görünürüm duygusunu ve bu işin hazzını yaşayanlar da var, bana karşı olumsuz düşüncesini yazıya dökmeden sembollerle simgeleştirenler de. Tartışmayı sohbete uzatan ve bunun tadını yaşayanlar da var. Eline hazır fırsat geçmişken uysa da uymasa da ben görüşlerimi dile
getirmiş olayım diyenler de…
Bu iki cümlelik yazıya karşı çıkanların niye karşı çıktıklarını yazmak istedim; bu makaleye başladım da. Ama bir deneme daha yapayım; öyle yazayım; ayakları yere bassın yazımın dedim ve bu kez gerçekten bana söylenen bir söz üzerine verdiğim bir yanıtı paylaştım. Şöyle:
“Sosyal hizmet uzmanı: Yıllar geçti, mesleği kimseye anlatamadık.
“Ben: Ceviz deyip fındık anlatılabilir mi hiç?” (Yeri: Facebook, İlhan Tomanbay resmi sayfası,
6 Nisan 2018, 01:21)
Bu paylaşımın istatistik sonuçlarını çıkarmayacağım. 212 beğeni, 2 paylaşım, 40 tartışmaya katılım, tartışmaya katılanlarla yapılan tartışmalar ve benim eklemelerimle birlikte, sayım yanlışı payıyla birlikte, 107 düşünce beyanı. (İkincide beğeni tepkisi veren katılım sayısının düşmesini daha önce destek görüşleri ya da eleştirilerini iyiniyetle yazan birçok meslektaşın birinci ve ikinci paylaşımlarda yapılan sert ve konudışı saldırılar nedeniyle katılmaktan uzak kalmayı tercih etmelerine bağlıyorum.) Bu iki örnekle oraya çıkan birkaç noktayı sizinle paylaşacağım.
- Ne var bu paylaşımlarda? Kimseyi suçlamadım. Ad vermedim. Mesleği küçük düşürecek bir şey söylemedim. Yediğimi içtiğimi paylaşamadım. Rutin gün kutlamaları paylaşmadım. Doğumgünü programımı, bir yakınımın doğumunu, ölümünü, yurtdışında gezdiğim yerleri vb. paylaşmadım. Mesleğimle ilgili iki düşüncemi paylaştım. Bu iki tezle ne meslek sarsıldı, ne mesleksel kuramlar altüst oldu; ne tersini düşünenler statü yitirdi. Herkes yerinde. Bu sert saldırılar niye?
- Hem bu meslekten olup hem de doğum, gezi, ölüm, kutlama, yenilen yemek, içilen içki gibi paylaşımlarda beğeni tıklamasını düzenli bir uğraş durumuna getirenlerin, olumlu ya da eleştirel, tıklarını görememek garipsetici. Meslekten olup da asıl bu konularda görüş bildirmek gerekmez mi? Hele bu tezlerde bana karşı olan görüşlerini
her yerde, her fırsatta söylemekten zevk alan meslektaşların bu görüşlerini kısa da olsa yazarak belirtmeleri kendileri için iyi bir fırsat değil midir? - Mesleğimle ilgili çok önemli bulduğum, mesleğimin gelişmesini yıllardır ketlediğini düşündüğüm bir yanlışın üzerinde duruyorum. Ben bilimciyim, bilimle uğraşıyorum ve diğer görüşlerime birlikte bu görüşümü de, Türkiye’deki mesleki düşünce üretiminin önünü kapattığını düşünerek en önemli, temel sorun sayıyorum ve zaman zaman öne sürüyorum. Makaleler yazdım bu konuda; kitaplar yazdım. Bu benim görevim! Yazmayıp da ne yapacağım? Bu işten ekmek yedim ben. Niye bunca kızılıyor ki?
- Bir mesleğin bilimci akademisyenlerine düşen en önemli görev, mesleki sorunları yazmaktır. Yazarak tartışmaktır. Çünkü bilim sözel gevezelik değil, düşünce üretimidir. Kahvede üretilen düşünceler bu kapsama girmez. Bilimci düşüncesini yazarsa bilimci olur; yoksa öğretmendir. Öğretmenden ders konularında makale beklenmez;
bilimcinin sorunluluğudur. Yazılmalıdır ki, karşı düşüncede olan bilimciler de karşıt görüşlerini yazsın. Daha sonra masalara oturup tartışsınlar. Yeni düşünceler üretsinler. Düşünce böyle ürer. Meslek böyle gelişir. Yaza tartışa… Tartışa yaza. - Bilimci akademisyenlerin bu tartışmalarına uygulamacı akademisyenler kolaylaştırıcı hatta tahrikçi olarak kıvılcım vermelidirler. Bilimcilerin tartıştığı konuları uygulamadan olumlu olumsuz örneklerle varsıllaştırmalıdırlar. Bilimci akademisyenlerle uygulamacı akademisyenlerin eleleliği geliştirir bir mesleğin disiplinini. Uygulamasız bilim mi olur? Oysa bakıyorum bu iki örnekte de ortada anlamlı birkaç cümle dışında tartışma yok. Ne bilimci ne uygulayıcı akademisyenlerden… Bilimci susarsa dünya susar. Bilim beyindir. Bilimdir beyini sağlıklı geliştiren. Bilimci konuşmazsa beyinler sağlıklı gelişmez. Meslek uygulaması rotasını bilimden alır. Bilimsel bilgilerdir meslek
uygulamasını var ve başarılı kılan. Yoksa o meslek meslek olmaz, zanaat olur. Bilimden destek almayan uygulamanın yanlışlara açık olarak gelişme riski vardır. Meslekte rotayı bilim belirler çünkü. - Bilimcilerin katılmadığı tartışmaya da bilimin rota göstermemesinden ötürü uygulamacılar yaptıklarıyla değil duygularıyla katılıyorlar. Bir heyecan, bir panik! Bakınız yazılanlara göreceksiniz. Bir engelleme, bir susturma, bir durdurma heyecanı içinde katılıyorlar. Bu tepkileriyle neyi korudukları, niye engellemek istedikleri belli olmuyor. Konu üzerinde düşüncelerini anlayamıyorum. Tek anladığım bana yapılan saldırılar. Neden? Düşünce üretene neden saldırılıyor ki? Üstelik söylenen iki cümle! Mantık içinde gerekçeler yazılır; o düşünce çürütülür; olur biter. Ya da çağırırsın bir tartışma toplantısına, yuvarlak masaya; dinlersin, yanıtlarsın, böylece zaman içinde, mesleki kitleni ikna ede ede susturursun o farklı düşünce sahibini; bunun bir anlamı olur. Bu kuşkusuz bir süreç alır. Bu tartışmalar dinleyenlere zevk verir. Mesleğe heyecan katar. Mesleğin düşünce ufkunu açar; öyle değil mi?
Face’deki katkılardan ortaya çıkan bu çeşitli “durumları” verdikten sonra bir başka noktaya geçiyorum. Eleştiri nasıl yapılır?
Bir görüş dile getirildiği zaman ona tepki elbette verilecektir. Ancak bu tepki konu üzerinden verilmelidir. Konu hakkında doğrusu anlatılır. Karşı gerekçeler tekrar dinlenir ve yeniden yeni gerekçeler üretilir. Tartışma böyle ürer; böyle olur. (Korkuyorum, bize tartışmanın nasıl olduğunu öğretme diyecekler; ancak Face’deki verilen tepkilerden anladığım budur. Konu üzerine tartışma yok! (Bu saptamayı yaparken karşıt görüşünü nezaketle dile getiren çok az
sayıda katılımcının olduğunu da vurgulamalıyım. Ancak ateşli saldıranlar aşağıdaki boyutlar arasından çıkıyor.
Getirdiğim iki tezi yukarıda yazdım. Ben diyorum ki, ceviz diyerek fındığı anlatamazsın. Yanıt geliyor. Sen kendine bak! Benim getirdiğim görüşe yanıt mı bu şimdi? Benim görüşüme karşı ne söyledi? Kendini resmetti sadece!
Bu örnek gibi, getirdiğim görüşe karşıt gerekçeler beklerken aldığım birbirinden farklı yanıtlar şöyle:
- Sen adam mısın?
- Sen emekli oldun hala mı konuşuyorsun ihtiyar? Sus ve çekil köşene!
- Meslek odası kuralım seni meslekten ihraç edeceğiz!
- Sen önce kendine bak!
- Sen zaten iki yıllıkları destekledin. Sus!
- İki yıllıkları açtıran sensin. Konuşma!
- İşte bu sorun sen özel üniversitelere ve açık üniversitelere bölüm açtığın için çıktı!
- Açıköğretime kitap yazdın, pis kapitalist.
- Mesleği bu hale ben mi getirdim? (Benim suçum yok demek istiyor ki haklıdır.)
- Sen onu bırak da Bakanlık kadroları bizim mesleğe neden açık değil, sen ona bir çözüm bul!
- Unutma ki bizleri sen yetiştirdin. Bunu unutma! (Bununla, benim eleştirdiğim yanlışlığı benim üretip öğrettiğim savunuluyor herhalde.)
- Almanya modelini bize dayatma!!!
- Sen onunla uğraşacağına bize neden istediğimiz bakanlıktan istediğimiz kadar kadro verilmiyor ona çözüm bul.
- Biz cevizle fındık arasındaki farkı biliyoruz! (…derken meslek gene sosyal hizmet!!!)
- Benim moralim zaten bozuk, bir de sen bozma!
- Seni bilmem ama ben mükemmel bir meslek uygulaması yaptım.
- Ya da benim sözlerim belli; ona yanıt beklerken getirdiğim konuyla hiç ilgisi olmayan bambaşka konular, mesleğin bambaşka sorunları dile getiriliyor. Herhalde, bu kadar kişi burada yoğunlaşmışken aradan bu sorunu da önlerine koyayım denmek istiyor! Sorunu olan benim masama koyuyor yani! Sorun değil, benim masa kaldırır bu yükü.
Arkadaşlarım, okurlarım. Bunların hiçbiri, kolayca anlayacağınız gibi, benim söylediklerime yanıt olacak, onları çürütecek yanıtlar değil. Yani bu eleştiri yapmak değil. Bunlar eleştiri yapmak için gerekçe bulamayanlar tarafından yapılan saldırı boyutunda karalamalardır. Yukarıda getirilen hiçbir “görüş” benim söylediğim sorunun açıklaması değil. Eleştiri kişiye değil söylenen söze karşı yapılır. Kişiye yapılan anca karalama ya da saldırıdır.
Yapılan saldırılar, tüm bunların yanısıra, ele alınan konuda gerçeğin ortaya çıkmasından ürkmeyle ortaya çıkan panikleme psikozunun belirtileridir. (Burada psikoz kavramını, ruhbilim sözlüklerinde yeralan iki ayrı anlamın birincisi olan “her türlü akıl ve ruh hastalığının genel adı.” anlamında kullanmıyorum; ikinci anlamında kullanıyorum: “Toplumsal bir sarsıntıya bağlı olarak oluşan ruh durumu.” (TDK; ayrıca, https://www.google.com.tr/search?q=S%C3%B6zl%C3%BCk#dobs=psikoz).
Gerçekten konuyla ilgisi olmayan ve aslında kendi kültür, görgü ve kişilik düzeylerini zorlayacak düzeyde tepki verenlerin meslekteki durumları “meslekte yaşadıkları sarsıntıya bağlı olarak oluşan ruh durumunu anlatıyor, eğer kavramlara uygun hareket edersek. Birçok meslektaş bunca yıl okuduktan sonra meslek alanında hiç beklemedikleriyle karşılaştıkları için bir travma yaşıyor. Bunu masaya yatıralım ve tartışalım. Bu travmayı gidermemiz gerekiyor
mesleğin düze çıkabilmesi için.
Burada üç nokta çıkıyor:
- Yazılanlar eleştiri değil, karalamadır. Bu da bu meslek camiasında eskidenberi en üst düzeyde varolan bir sosyal hastalık durumudur. (Bkz. “Eleştiri ve Karalama”, İlhan Tomanbay, Sosyal Çalışmayı Yapılandırmak (Kavramlar – Oluşum – Nitelik – Uygulama), Ankara: SABEV Yy. 2014 (2. Baskı), s. 130-134).
- Saldırıdır, çünkü, konuyla hiçbir bağlantısı olmayan noktalarda yıpratmak, zarar vermek amacıyla vuruşlar yapılmaktadır. Bir mesleki görüşe karşı görüş beklerken ilgisi olmayan farklı sözel silahlarla gelinmesi saldırı değil de nedir?
- Paniklemedir; panikleme göstergesidir. Çaresizlik panikletir insanı. Sıkıntılı bir durumda kafasında çözüm olan paniklemez. Benim savlarıma mantık içinde bir yanıt üretebilenler paniklemeyecek ve bu tür yollara sapmayacaktır.
Parantez içinde kalsın: Neyse ki bir tek alkolik olduğumu söyleyen çıkmadı bugüne değin. (Bir tarihlerde yirmiden fazla kitabı yayınlanan bir meslektaşımızın bir makalesiyle getirdiği bir teze “sen zaten alkoliksin” diye karşılık verilmişti bir zamanlar. O meslektaş da alkolik olsam bu kadar kitabı yazamazdım deme tartışmasına bile girmedi kitaplarını yazarken. Yazmaktan vakit bulamadı herhalde!)
Geçekten üzülüyorum: Sağlam bir meslek eğitimi almış bir meslek elemanı mesleğin kavramlarına yapılan bir eleştiriden niye panikler? Mesleğine ömrünü vermiş ve mesleğin önünü açmak için kendini ortaya koymuş birine neden saldırır? Karalamanın eleştiri yapmak olmadığını bilmez mi?
Gerçekten üzülüyorum: Bu mesleğin donanımı hem bilim hem uygulama düzeyinde yılardır yaptığım bir eleştiriye, doğru ya da yanlış tartışılabilir, ama mantık içinde bir düşünce üretme ve ortaya koymaya neden yetmiyor? Çünkü batmakta olan bir gemide usta çarkçılar, usta kaptanlar gemiyi kurtarmak için gerekenleri yapmaya vakit verirken acemi tayfalar panik içine oradan oraya kaçışırlar. Neden ustalaşamıyoruz?
Gerçekten üzülüyorum: Neden biraraya gelip konuşamıyoruz? Neden bu meslekte tartışma kültürü oluşamıyor?
Gerçekten üzülüyorum: Ben yıllardır bunları dile getiriyorum. Durumun tamamıyla yanlış olduğunu bilenler bile bile neden bu yanlışlığı savunuyorlar? Savunma gerekçelerini de yazılı bir metin üzerinde bilemiyoruz.
Diğer üzüntülerimi yazmayayım, çünkü bu yazıyı kimseye dokunmadan genel yazmaya kararlıyım. Öyle bitireceğim.
Biliniz ki, bu üretimsizliğin, bu eleştiri kültüründen uzak kalmanın, bu tartışamamanın temelinde de benim bu yazının başında getirdiğim sorun yatıyor. Biliniz ki, Facebook’ta öğrencilerimden – elbette çok küçük bir kısmının – bana yaptığı yukarıda örneklerini verdiğim konuyla ilgisi olmayan saldırı yöntemini kültür temellerinin ürettiği çaresizlikten seçmelerinin altında bu yazının başında getirdiğim ceviz fındık sorunu yatıyor. Neden diye sorun anlatayım. Yazı bitti.
NOT: Yukarıda dile getirdiğim iki teze karşılık gene yukarıda örneklerini verdiğim saldırı ve suçlama konularındaki gerçekleri de, benim temel konumla ilgisi olmamasına karşın ciddiye alarak yakın bir zamanda yazacağım.
(30 04 2018, Ankara)