KEÇİÖREN’DEN AYRILIYORUZ


İlhan Tomanbay

Ankara Sıhhiye Halk Sokak 7 numara’da başlayan Sosyal Hizmetler Akademisinde öğrencilik yaşamım aynı adreste bitti.

Dört yıllık öğrenimlerini 1970-1971 döneminde Halk Sokakta bitiren 35 öğrencinin mezuniyet töreni Keçiören’de – o zamanki adıyla – Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın yeni ve bu amaçla inşa ettirdiği binanın konferans salonunda yapıldı. Yeni bina Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğünün malıydı.

Yeni bina yeni umuttu. Büyüktü, güzeldi. Geniş derslikli, geniş bahçeli, geniş koridorlu ve yeşillik içindeydi. 1971-1972 öğrencileri yeni binada başladılar. Toplam 31 kişiydiler. 31 mezun veriler. Aralarında ben yoktum.

Yeni bina görkemli güzelliklerinin yanısıra kullanıldıkça anlaşılan bozuklukları da yaşatıyordu.

Bina doğu batı eksenine bodoslama kondurulmuştu. Öyle ki, binanın bir uzun tarafı sabahtan akşama değin güneş alıyor, diğer uzun yüzeyi sabahtan akşama güneşe özlemli kalıyordu. Kibrit kutusu biçiminde konumlandırılan binanın bir uzun cephesi hep güneş ve aydınlık, diğer cephesi kışın hep kuz, yazın hep gölgelikti. Güneşli cephede oturan öğretim elemanları ve öğrenciler yazın uyuyor, kışın o odalara koşuyorlarken, güneşe ters cephedeki odalarda oturan memurlar kışın sürekli ayaklarının altında elektrikli sobalarda oturuyorlar, romatizma oluyorlar, elleri ayakları donuyor, öğrenciler sınıfta soğuktan derse kendilerini veremiyorlar; yazın o taraftaki odalarda serinliyorlardı.

Öğretim elemanları ve öğrenciler derslere palto ve gocuklarıyla giriyorlardı; öğrencilerin ayakları üşüyordu. Dersi öyle dinlemeye çalışıyorlardı. Ve bu durum geçici değildi; yıllarca sürdü.

Her iki cephede de derslikler vardı, ama öğretim elemanlarının odaları güneşli cephede, memurların odaları kuz cephede konumlandırılmıştı. Böyle demekle öğretim elemanlarının kayrıldığı sanılmasın. Onların da güneşli cephedeki odalarında rahat değillerdi. O sıcakta kapılarını kilitleyip uyuyorlar, odalarından gözleri şiş çıkıyorlardı. Sıcakta mayışıyordu insan.

Oysa bina doğu yönüne enlemesine değil de diklemesine konumlandırılsaydı, bir tarafın sabah, diğer tarafın öğleden sonra güneş alması sağlansaydı bir tarafın duvarları sürekli sıcak, diğer tarafın duvarları sürekli kuz kalmayacaktı.

Asistandım. Birgün, çok sevdiğim, değerli eğitmen ve öğretmen rahmetli Ruhi Sel odamdaydı[1]. Bu konumlandırma sorununu mu söyledim, yoksa binanın güzelliğini mi anımsamıyorum şimdi, bana, rahat ve o güleç haliyle, binanın mimarının oğlu olduğunu söylemişti. Anılarını anlatmıştı. Bilmeden binanın olumsuzluklarını da kendisine söylemiş olduğum için bugün hala, karşısında utandığımı, kızardığımı anımsıyorum. Ruhu hep huzurlu olsun.

Bir de binanın daha kuruluşunda, mühendislik aşamasında teknik boyutta gözden kaçan bir şeyler olmuştu. Bina ilk gününden son gününe değin kışları iyi ısıtılamadı. Şanssız bir binaydı. Birkaç kez teknik düzenlemeler, değişiklikler de yapılsa bina ısıtılamıyordu. Gördüm, bütün bahçe kara gömülü iken yönetim cephesinin önüne rastlayan çimenlikli bahçede binaya diklemesine gelen bir doğrultuda kar eriyor, durmuyordu. Demek ki, kalorifer kazanından binaya döşenmiş olan sıcak su borusu ya iyi yalıtılmamıştı, ya yüzeye çok yakın döşenmişti. Bir yıllarda açıldı ve yalıtımı yapıldı; gene olmadı. Bina projesinin, Güney Afrika’dan alınmış bir okul binası projesi olduğu söylenmişti. Pencereleri çok büyüktü, her taraf camdandı. Ara koridorlar bile, her iki taraftan camlıktı. Afrika için uygun olan bu modelde ısınma sağlanamaması belki de doğaldı.

Isınma sorununun kaynağı kazan dairesinin başka bir bina ve yönetim altında olması idi. Ankara Üniversitesine bağlı yönetim haftasonları kaloriferleri kapatıyordu. Pazartesi sabah sıfırdan yakınca da kendi binaları çabuk ısınıyor, uzaktaki bizim binanın ısınması iki gün alıyordu. Oysa, her iki üniversitenin rektörlüğü anlaşarak yapılacak bir düzenlemeyle kazan haftasonları kısık yanık bırakılır, vana ile ayrılan borularda kendi binalarının vanası kapatılır, Sosyal Hizmet Bölümünün vanası açık tutularak soğumaması sağlanırdı. Bunun mali anlaşması her iki üniversitenin ilgili birimleri tarafından düzenlenirdi. 30 yıl boyunca ısıtılamayan bir binanın olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Ama, alınan birkaç geçici ya da temelli önlem de işe yaramayınca işin ucu bırakıldı. Öğrencisinden tüm çalışanlarına herkesi üşümeye mahkum oldu yıllarca. Çözülemez miydi? Çözülürdü elbette. Yönetim sorunu diye düşünüyorum.

Çok daha acıklı bir konu var.

Biliyor muydunuz? Keçiören’deki Sosyal Hizmet Bölümünün bulunduğu yerleşke içinde eskiden zamanın başbakanı Recep Peker’in (1889-1950) köşkü varmış. Bu yeni bina yapılırken Osmanlı –Anadolu kültürünün yansıması olan köşk yıktırılarak yerine mimari modeli Güney Afrika’dan alınan bu bina yaptırılmış. O tarihi bugüne taşıyacak olan güzelim köşk nasıl yıktırılır? Nasıl korunmaz? Aklınız alıyor mu?

Aynı tarihlerde gene Keçiören’de bulunan Vehbi Koç’un bağ evi uzun yıllar harap bir durumda kaldıktan sonra 1993 yılında restore edilerek 1994 yılında Vehbi Koç ve Ankara Araştırmaları Merkezi (VEKAM) merkezi olarak kapılarını açıyor. Bir sanat ve kültür anıtıdır. Gezilmelidir. Vehbi Koç o binayı 1923 yılında Mareşal Fevzi Çakmak’tan satın alıyor. Uzun yıllar konut olarak kullanıyor. Şimdi bu ev birinci derecede korunması gerekli kültür varlığı kapsamında korunmaktadır.  Eğer Başbakan Recep Peker’in bağ evi de, köşkü de bugün yaşatılsaydı o da birinci derecede korunması gerekli kültür varlığı olarak bugün hem Keçiören’i, hem Ankara’yı, hem Türkiye’yi ve hem insanlığı ışıldatıp varsıllaştıran değerlerden biri olarak geleceğe kültür yansıtacaktı.

Konuyla ilgili bir anı daha var. Dinleyiniz.

TBMM de dahil Türkiye’de de birçok binayı tasarlayan Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister Atatürk döneminde şimdiki Cumhurbaşkanlığı köşkünü çiziyor ve yapıyor. Ancak, o bina yapılırken Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi içinde bugün hala duran eski bir ahşap köşk var ve Atatürk yeni binanın yapımına değin o eski binada kalıyor. Atatürk’ün etrafındaki Anadolulu Türkler Holzmeister’e talimat veriyorlar: Yeni bina bitip Atatürk taşınınca bu eski binayı yıkın diyorlar.

Holzmeister karşı çıkıyor ve diyor ki: “Hayır. O bina kalmalı ve Cumhuriyet’in nereden gelip nereye doğru gittiğinin simgesi olarak korunmalı!”

O ahşap bina bugün en iyi bir biçimde korunmaktadır ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü adıyla müze olarak gezilmektedir. Hatta kuru ahşaptan yapılmış bina bir elektrik kontağı ile bir anda çıra gibi yanabilir düşüncesiyle hava kararınca elektrik donanımı işletilmemektedir; hava kararmadan müze kapılmaktadır. Lütfen geziniz.

Aynı bu olay gibi, gönül isterdi ki, Başbakan Recep Peker’in konutu olan bağevi Sosyal Hizmetler Akademisi (şimdiki Bölüm) binasının inşası nedeniyle yıkılmasay dı; korunsaydı, hatta yönetim binası olarak ya da başka amaçla kullanılsaydı… Bugün varolsaydı ve müze olarak kullanılsaydı… Ne güzel olurdu!(*)

Sosyal Hizmet Bölümü binasının yapımı öncesinde o binanın yıkılması kararını veren ve bu yönde görüş bildiren yetkililer, ilgililer kimlerdir; yeni kuşaklar bunu araştırmalı ve bu konunun bu boyutu geleceğimiz adına ortaya çıkarılmalıdır.

Hatta konuya duyarlı olabilseydik de, okul yönetimi olarak zamanında yıkılan o başbakan köşkünün güzel bir fotoğrafını büyük bir metal çerçeve içinde bahçeye dikip aydınlatabilseydik. Keçiörenliler’e ve insanlığa hem Keçiören’in değerini yansıtmış olurduk, hem de okulumuzun ve mesleğimizin de değerini… Umarım binayı alan Ankara Üniversitesi bu dileğimi birgün yerine getirecektir.

Keçiören’deki okulun bahçesindeki tarihsel değeri çok büyük bir köşkü yıktırdık da bahçeyi iyi kullanabildik mi? Kullanamadık. Şunu kastediyorum. Kuşkusuz öğrenciler bahçeyi kendilerince iyi kullandılar. Çıkmak isteyen öğretim elemanı arkadaşlar kendilerince yararlandılar. Ancak, Keçiören çevresine yönelik bahçenin kullanılacağı projeler geliştiremedik. Hatta kurulan ya da kurduğumuz AHUM ile bahçede etkinlikler yapamadık. Diğer yükseköğretim kurumlarındaki öğretim elemanı ve öğrencilerle ortak programlarda kullanabilirdik. Mezunlarımızla değerlendirebilirdik.

Yeşillikli bahçemizde Cumhuriyet sonrasının özellikle sağlık alanındaki kamu binalarının bahçelerine kondurulan ağaç altındaki şırıltılı havuzlarından biri vardı. Ağaçlar altında şırıltılı bir dinlenme köşesi… Hiçbir zaman bakımlı duruma getirip çevresine konulabilecek banklara oturup tadını çıkaramadık. Bilen bilir, eski hastanelerin, sağlık ocaklarının bahçeleri benzer havuzlu köşelere sahip idi eskilerde. Ruhları dinlendiren köşelerdi onlar. Şimdi heryerde azaldı. Bir gün geldi, zamanın yüksekokul müdürünün kararıyla bu güzel ve kuru havuza su doldurulacağına toprak dolduruldu ve kapatıldı. Ortadan kaldırıldı. Akıl alır gibi değildi. Belediyeden istense yenilemesi yapılır, yanına da iki bank konulabilirdi. Bilim yapanlar için ne denli zihni dinlendiren bir olanak olacaktı o havuz, eğer çalıştırılabilseydi. Bahçeye bakan yeterli sayıda (hatta bol sayıda) hizmetli eleman da vardı. Bahçe bakımı hep yapıldı. Aynı kişiler bir havuzun bakımını mı yapamayacaklardı? Bugün aynı anlayış, kentlerde de havuz kuran ve yaşatan belediye anlayışına şaşkın ve olumsuz bakmaya devam ediyor. Oysa havuz Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan bir kültür mirasıdır. Aynı zamanda dinginleşme aracıdır.

Öğrenci şenlikleri yapılıyordu bahçede. Yıllarca yapıldı. Son birkaç yılda o da kesildi; yapılmaz oldu. Durduruldu. Bu da anlaşılmaz. Sorsanız, fakülteye bağlandık, şenlik Beytepe’de zaten yapılıyor denecek. Sosyal Hizmet Bölümü bu geleneğini kendi mükemmel bahçesinde sürdürseydi kötü mü olurdu? Bir meslek sosyal kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle yaşam bulur. Bahçe şenliklerine davet edildiğinde huzurevi, çocuk yuvası gibi birçok sosyal hizmet kuruluşu ya da STÖ yaşlılarıyla, gençleriyle, elişleriyle koşarak geliyorlar, zevkle vakit geçiriyor, kendilerini de varkılıyorlardı. Böyle bir kapasiteye sahip bir akademik ortam bu iletişimleri daha daha geliştirerek sürdüremez miydi? Okulun kurumsal iletişiminin sağlıklı geliştirilmesinin yanısıra öğrenci, öğretim elemanları ve idari personel bu vesileyle her yıl biraraya gelseydi, sevgi ve kaynaşma ortamı sürdürülseydi kötü mü olurdu? Yıllar önce bahçe şenliklerinin birincisi sevimli bir espriyle 1. Geleneksel Bahçe Şenliği diye duyurulmuştu. Durduruldu. O güzel bahçe bahçeliğine yakışan bir yoğunluk ve ilgi ile kullanılamadı hasılı.

Binayı da kullanamadık. Kuşkusuz taleplere bağlı olarak konferans salonunda zaman zaman sempozyumlar, seminerler yapıldı. Ama, okul yönetimi olarak, mezunlarımızın akademik gelişmeleri,  öğrencilerimizin sosyal gelişmeleri için o binada çok düzenli sık sık çeşitli etkinlikleri biz düzenleyemedik. Her yapılan kendisi ile sınırlı kaldı. Okulun konferans salonunda Keçiören çevre halkıyla bir kez, AHUM’un kadınlarla yaptığı toplantıyı anımsıyorum. Çok verimliydi. Kesildi. Bunlar sürebilirdi.

Bunun akademik gelişmemize de yansımaları oldu. O AHUM halk toplantıları sürebilseydi, bu etkileşimden bizler için yeni bilgiler ürerdi; yeni bilgiler üretebilmemiz için itici güç olurdu. Kuram uygulamadan çıkar çünkü. Mesleğin ve bilgi kuramının gelişmesine katkı verirdi böyle toplantılar. Mesleğe hiç de yadsınamayacak epistemolojik katkılar sağlanırdı. Başka düzenlemelerle Keçiören’deki gençleri toplardık, gençlik sosyal hizmetinin uygulaması ile bilgi üretirdik; kendi ortamımızda staj olanakları yaratmış olurduk… Hasılı, Keçiören’e açılamadık. Keçiören ile bütünleşemedik.

Sahi; güzel bir amaçla, güzel bi girişimle kurulan AHUM’u da (Aile Hizmetleri Uygulama Merkezi) sürdüremedik. Rektörlüğe bağlı, 2547 sayılı yasaya göre kurulan bir hizmet merkezi…

En üzüldüğüm ve içimde hep kalan: Keçiören’deki o büyük ve yeterli binamızda bir uygulama kreşi açabilir, Keçiören’e en güzel, en nitelikli kreş hizmetini sunabilirdik. Öğrencilerimiz belli bir plan içinde düzenli olarak gelip hem staj yapar, hem gönüllü çalışır ve sorumluluk duygularını geliştirebilirlerdi. Büyük beceri ve onur kazanırlardı. Cıvıl cıvıl, zevkle çalışırlardı hem de… Hepimiz onur kazanırdık. Üniversitemiz döner sermayesine katkı verirdik; belki de geliştirerek bu hizmeti, katkı alırdık. Ya da, kreş hizmetinden sağlanan gelirin belli bir yüzdesi Rektörlükçe kesilir, geri kalanı okulun geliştirilmesine harcanırdı. Örneğin, bahçedeki havuzun masrafı çıkardı, ne bileyim!

Bu ne iş? Olmaz ki! gibi tepkiler içine düşen arkadaşlara söylüyorum. Yıllarca İstanbul Üniversitesi Eğitim Fakültesi uygulama kreşi yaparak (hem de istem vardı ki, zamanına göre çok büyük bir ücretle) hem para hem deneyim hem prestij kazandılar. Eğitim Fakültesi… Düşünebiliyor musunuz? Sosyal Hizmet Bölümü değil; Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü değil… Eğitim Fakültesi. Hem de o tarihsel ve büyük yapıları içinde… Çok da uygun olmayan fiziksel koşullarda… Uygulama otelleri olan liselerimiz var. Yıllarca hem uygulama yapıyor hem mesleksel deneyim ve para kazanıyorlar. O paraları kendi yatırımlarına harcıyorlar. İşletmeleri gelişiyor sürekli.

Bunu biz niye yapamadık? Neyimiz eksikti? Herşeyimiz vardı. Binası bu hizmete uygun nadir okullardan biriydik. Hatta size yerini bile söyleyeyim. Öğrenci giriş bahçe kapısından girdiğinizde sağdan verev kalan ilk boş salon ve yanındaki odalar kreş hizmeti için ayrılabilirdi. Yerlere halılar serilirdi; yastıklar konulurdu. Küçük masalar sandalyeler alınırdı. Kampanya yapardık; oyuncaklar bağışlarla toplanırdı. Bağışın sonu gelmezdi inanın. Hizmetin de… Sağa sola giden anneler çocuklarını geçici olarak da bırakabilirlerdi. Tuzu, yağı, unu bir araya getiremedik. Öğrencilerimiz için zevkli bir gurur ve deneyim atölyesi ve geleceklerinde hoş anıları olurdu okullarıyla ilgili olarak. Bir yandan da Keçiören halkına sunulan böyle bir hizmetle Keçiören’de okulumuzun tanınmışlığı ve saygınlığı artardı. Üniversite halk işbirliği, iletişiminin güzel bir örneğini verirdik.

İçimize kapalı kaldık. Okul olarak dışarıya hiç açılamadık. Bu açılım yukarıdaki örneklerle sağlanabilseydi, başka güzel şeyler de gelirdi aklımıza. Örneğin, 30 yıl kullandığımız binanın mimarının okula davet edilmesi düşünülemedi. Tanımak, tanışmak bile yeterdi. Söyleşirdik. Esprilerle sorunları paylaşırdık, görüşler alırdık. Hatta bize bunca yıl, şimdi olumlu gözlükle bakıyorum ve bu da gereklidir, barındıran, bizimle eskiyen bu binanın mimarına son zamanlarda bir teşekkür bir vefa plaketi verirdik. Değerli eğitimci, bize ders vererek emeğini bırakan sevgili babasını, hocamızı da anardık bu vesileyle. Vefa duygularımız gelişirdi; sınırlı kalmazdı. Mesleğimizin insan değerini ortaya çıkarırdık, gösterirdik.

Son birkaç yıla değin Keçiören’in hiçbir kaymakamı, belediye başkanı, eşrafı hiçbir toplantıya, hiçbir etkinliğe çağrılmadı. Hatta yıllarca konferans salonumuzda yapılan mezuniyet törenlerimize Keçiören kaymakamı ve belediye başkanı davet edilmedi. Bir/kaç kez komşu Ankara Üniversitesi Dekanlığını davet ettiğimiz mezunlar törenimizde de gelen konukları öyle bir kırdık ve iteledik ki bir daha da çağırdık mı bilmiyorum; onlar da gelmez oldular. Bunu niye böyle yaptığımızın kendi aramızda sorgulamasını bile yapmadık. Kırdık geçtik…

Sadece Keçiören’deki yetkililer mi? SHÇEK Genel Müdürleri davet edildi, Aile Araştırma Kurumu, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürü, Özürlüler Dairesi Başkanı davet edilmedi. Hem de yıllarca… Niye? Onlar da enaz SHÇEK kadar sosyal hizmet kurumlarıydılar. Sahip çıkılmalıydı. İtelenmemeliydi. Siyasal bilinçsizliğin getirdiği bir ürkekliğin sonucu idi bu. Sosyal olamamanın yarattığı adamsendeciliğin sonucuydu. Çok uzun yıllar aşılamadı. Kendimizi ürkekliğimizle yalnızlığa mahkum ettik. Sosyal hizmet kurumu diye sadece SHÇEK’i gördükçe kendi çevremizi daralttık. Kendimizi geniş sosyal hizmet ailesinden dışlamış olduk. Bu yanlış politikalar bizi yalnızlaştırdı.

Bina yönetildi, ama, okul merkezli olarak sosyal hizmet yönetilemedi. Çevreyle iletişim kurulması düşünülmedi. Sonra sık sık mesleğimiz niye tanınmıyor diye üzüntülerimizi yansıttık birbirimize. Lütfen bir sorgulayalım. 30 yıldan sonra Keçiören’deki çevremizde burada bir Sosyal Hizmet Okulu vardı, gitti, diyebilen kaç kişi vardır? Burada 30 yıldır duran bir okulun ne okulu olduğunu ayrıldığımız sırada söyleyebilecek kaç Keçiörenli vardır? Bu okuldan kimlerin yetiştirildiğini, bu yetişenlerin ülkenin hangi yarasına melhem olduğunu söyleyebilecek kaç Keçiörenli vardır 30 yıl sonra? Bu kadar mı yalnızlaşıp ayrılır insan kendi mahallesinden? Kendisini yakın çevresine 30 yılda tanıtamayan bir varlık uzak çevreye nasıl tanıtabilecekti ki? Türkiye’de tanınmıyoruz diye niye üzülüyoruz?

Bize hazır sunulan bir iki fırsat dışında olanaklarımızı kendimiz yaratarak Keçiören araştırmaları yapılamaz mıydı? Keçiören’in sosyal profil araştırması yıllar öncesinden okulumuz öğretim elemanları tarafından yapılmalıydı. Bunun için araştırma kaynakları okul için vardı. Sosyal profil kapsamında Keçiören’deki özel gereksimin gruplarının profilleri çıkarılabilirdi. Ve buradan çıkan sonuçlara uygun olarak hizmet önerileri ve modelleri geliştirilebilirdi. Ve meslek böylece kendisini geliştirirken hizmetleriyle tanıtırdı da. Bugün Sosyal hizmet yükseköğretim kurumu Keçiören’den ayrılırken Keçiören’e ve kültür ve araştırma tarihimize anı ve hizmet olarak enaz 10 araştırma raporunu basılmış olarak bırakmalıydı. En az 10!

Diğer kurum ve kuruluşlara da açılamadık. Ders anlamındaki uygulamalar için gidilen kuruluşları kastetmiyorum. Benzer kurum, kuruluşlarla ortak çalışmalar başlatamadık. Aile ve Toplumsal Araştırma Kurumu ile ortak çalışma, SHÇEK ile ortak projeler, ya da bir sendikayla, bir odayla, TBMM ile ortak çalışmalar yaratılabilir, yürütülebilirdi. Keçiören’deki kurum ve kuruluşlarla kesik kesik bir iki deneme değil sürekli işbirliği geliştirilebilirdi. Bir örnek: Başbakanlığın bir genelgesi uyarınca Kaymakamlığın istemi üzerine Bölümümüzden bir arkadaşımız Keçiören İnsan Hakları Kurulunda yıllardır görev yapmaktadır. Ya da bir tarihlerde Keçiören Hastanesi söyleşi dizileri başlatarak bizim okuldan öğretim elemanlarımızdan destek aldı. Bu tür etkileşimlerin hiçbiri bizim girişimimizle, bizim düzenlememizle, örgütlememizle başlatılmadı. Çağırdılar gittik, çağırmadılar gitmedik. Oysa Keçiören projelerine ivmeyi okul olarak biz vermeliydik. Keçiören bizim için önemliydi. Keçiören’deki gelişme genel gelişmenin deneme ve ilk halka aşamasıydı. Sağlamlığın göstergesi olurdu. Yapamadık. Bu girişimler bölümümüzü tanıtacağı gibi mesleğimizi de anlayış ve istem boyutunda yaygınlaştırabilirdi.

1999 yılında ilk bilgisayar laboratuarımız açıldı. Prof. Dr. Sema Kut döneminde iki bilgisayar vardı okulumuzda. Prof. Dr. Beril Tufan döneminde 35 bilgisayar geldi. Daha sonra bilgisayar laboratuarlarımızın sayısı ikiye çıktı. Bu, okulumuz için önemli bir tarihsel aşamadır.

Son zamanlarda gerçekleşen tek olumlu gelişme, Prof. Dr. Sevil Atauz döneminde, bahçedeki voleybol ve basketbol alanımızın Keçiören Belediyesi tarafından yenilenmiş olmasıdır. Keçiören Belediyesi baştanberi orada vardı. Biz de baştanberi… Baştanberi belediye ile hizmete yönelik iletişim kurmaktan kaçınmasaydık bu düzenlemeler yıllar öncesinden yapılabilirdi. Keçiören Belediye Başkanıyla ilk ciddi iletişimi başlatan okul müdürünün sözleri hala kulaklarımdadır. Keçiören Belediyesinden iki bilgisayar aldık. Büyük sevinçti… Geçtiğimiz yıllarda Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Bölümünün Rektörlük düzeyinde Keçiören Belediyesi ile düzenlediği akademik toplantıları her yıl değişik konularda, aynı düzeyde Sosyal Hizmet Bölümü düzenleyemez miydi? Para gerekmiyordu.

Hemen karşımızdaki Vizyon Kırtasiye herhalde öğrencilerimiz için büyük anlam taşımaktadır. Vizyon Kırtasiye öğrenciler için sınıf geçmeyi kolaylaştırıcı bir anlam taşırken benim için, öğrenciyi kitap okumaktan, araştırmaktan uzaklaştırma anlamı taşıyor. Çünkü Vizyon, sistemi kurdu ve her götüren öğrencinin kendisi için bir fotokopi istediği elyazma ders notlarını kendi iradesiyle çoğaltarak kısa kısa notları üstlerine hocasının ve dersinin adlarını kabaca bir el yazısıyla yazıp üçer beşer liraya satmaya başladı. Öğrenciler de sadece öğrenci gözüyle ve el yazma notları ezberleyerek sınavlara girmeye ve işin acısı bu kadarcık bilgilerle geçmeye başladılar. O kadarcık ders notunun okunma süresi de tabiatıyla sınavdan bir gece önce birkaç saatti. Dilerim bu öğrenim kültürü Keçiören’de kalır.

Kuşkusuz bu gelişmeyi yaratan tek başına Vizyon değil, teknolojidir. Teknolojiyi yararına ve verimine kullanmak da insanların kendi ellerindedir.

Keçiören’deki o güzel yerleşimimizi yerleşkeleştiremedik. Bitişiğimizde, bahçenin bir diğer yarısında bulunan ve yıllarca birarada bulunduğumuz Ankara Üniversitesi fakülte ve bölümleriyle bağlantı kurma gereği duymadık. Sırt sırta, birbirimizden kopuk kaldık, soğuk kaldık. Komşu okuldaki dekanın kim olduğunu, adını bile ilgilenip sormadık; düşünmedik; bilme gereği duymadık. Oysa bağlantı kursaydık, iki ayrı üniversite de olsak bir arada ortak toplantılar, ortak söyleşiler, sunuşlar ve şenlikle yapar orayı bir yerleşke havasına sokardık, hatta yerleşkeleştirirdik. Onlarda kalan spor salonunu ve bizde kalan basketbol alanını ortak kullanarak, turnuvalar yaparak Keçiören akademik ortamını öğrenciler için çok daha keyif verir bir duruma getirirdik. Üniversite öğrenci için değil midir? Biz kimler için çalışıyoruz?

Yerleşke akademik etkileşimdir. Akademik gelişmedir. Bunu başarabilseydik öğrencilerimiz büyük çoğunluğuyla Keçiören’de kalmaktan bu kadar mutsuzluk duymazlardı. Her yıl Beytepe’ye taşınıyormuşuz sözü bir efsane gibi yıldan yıla taşınarak sürmezdi.

Keçiören’de 30 yıla yakışan bir birikim sağlanamadı. Sağlayamadık. Yaptığımız her şey geçici ve tekil oldu. 30 yılda biriktirilen öğrenci raporlarının bir düzen içinde dosyalanıp kullanılır duruma getirilememesi, Keçiören’den ayrılırken elden çıkarılması ve yokluğa uğurlanması da benim için hüzün vericidir. Bir birikim yok edildi. Oysa zamanında Rektörlüğe bir altyapı projesi verilerek sağlanacak destekle, raporlar tek tek elektronik ortama aktarılır, bilimsel belgeleme yöntemleriyle dizgelenerek korunur ve ilerde yararlanıcıların yararına sunulurdu. Bu çalışma ile hem öğrencilerimizin gelişmelerine katkı verilir, hem okul için çalışma heyecanı yaratılır; Keçiören varlığından sağlanacak sponsorlarla öğrencilere maddi destek sağlanır ve hem de belgeliğimizin çağdaşlaşarak güncellenmesi sağlanırdı. Kalıcılaşmanın hazzını yaşar, kendi kendimize örnek olurduk. Bir soruna bir çözümün düşünülmesi yapılan işe duyulan duyarlık ile gerçekleşir. Olay, 30 yıllık bir birikimi başımdan nereye atayım değil, bu birikimi nasıl değerlendireyim sorusunu sorabilme duyarlığına sahip olma olayıdır.

Son yönetim döneminde Bölümümüzün etkinlik sayısının hızla düşmesi, okulun son yıllarda kuş uçmaz kervan geçmez duruma gelmesi acıklıdır. Kısa örnek: Bölümümüzün web sayfasının akademik etkinlikler sayfasını tıkladığınızda bugün hala (21.06.2010) görürsünüz. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümünde 2009 yılında yapılan etkinlik olarak bir tek etkinlik yeralmaktadır. Bu da Başkent Üniversitesinin 2009 yılında yaptığı sempozyumdur. Bir yıldan fazla zamandır, 2010’un ortasına geldik, bu sayfa durur. Başkent Üniversitesinin etkinliği durur bizim sayfamızda, yapılan etkinlik olarak. Bu HÜ SHB etkinliği değildi ama orada koyulmuştu. Çünkü başka koyacak etkinlik yoktu. Acıklıdır…

Yıllardır sürdürülen dönemsonu şenliği sessizce kaldırıldı. Her yıl yapılması alışkanlık olan sempozyumlar başkalarına ihale edilerek yapılmamaya başlandı. Onun yerine bir panel bile yapılamadı. Tartışmalar zaten az idi; tamamiyle kaldırıldı. Duayen olduğunu söyleyen bir bölüm her yıl bir konferans, bir panel, açıkoturum, televizyon toplantıları ya da benzeri etkinliklerle kamuoyu oluşturma görevini yerine getirebilirdi.

2009 yılında yapılan bir etkinlik düşünsel olarak çok güzeldi. Keçiören yerleşiminden ayrılmadan tüm mezunları davet edeceğimiz bir bahçe partisi yapılması düşünüldü. Amaç, o binadan mezun olan tüm meslektaşlar arasında mezun oldukları yerde son olarak nostaljik bir buluşmayı sağlamaktı. Hazırlıklar yapıldı. Örgütleme nasıl yapıldıysa, mezunlarının artık bir daha göremeyecekleri eski öğrenim gördükleri binanın bahçesine gelenlerin sayısı 100 kişiyi bulmuyordu. Bu 100 kişinin yarısı da zaten okulun akademik ve idari personeli ve yakınları idi. Kimse gelmemişti. Gelmek mi istememişlerdi, duymamışlar mıydı? Bir tepki mi vardı, düzenleme hatası mıydı? Bu yaralayıcı durum o tenha ve üzüntü verici bahçe toplantısından sonra hiçbir akademik kurulda ya da belirleyici büyüklükteki bir akademik grupta tartışılmadı. Nedeni sorulmadı. Susuldu, her zaman olduğu gibi… Bahçe partisinin ertesinde bir değerlendirme toplantısı yapılıp nedenler araştırılmadı. Üzerinde hiç mi hiç konuşulmadı. Böyle bir şey hiç yapılmamış gibi… Oysa mezunlarla toplantılarımızı o bahçede öyle gelenekselleştirebilirdik ki Beytepe’ye gittikten sonra bile ya gene o bahçede ya Beytepe’de ya da bir başka yerde bu toplanmalar şen şakrak sürebilirdi. Gelenekselleşebilirdi. Gereksinim yok mu diyorsunuz?

Başarılı ve katılımcı olabilseydi 2009’un değil onyılların en etkileyici etkinliği bu bahçe yemeği olabilirdi ve web sayfamıza onurla yazılabilirdi. Yapılan başarısız etkinlik de yazılmalıydı aslına bakarsanız. Herhalde kendimizle yüzleşmeyi getireceğinden böyle bir işe girişilemedi.

Aslında geribildirim diye bir konu var. Bu meslekte de yeri çok önemli bir konudur bu. Ancak Sosyal Hizmet Bölümü akademi ve yüksekokul dönemlerinden beri yaptığı ya da yapamadığı hiçbir işte geribildirim alma yürek, kişilik ve alışkanlığını geliştiremedi. Ben okulda yapılmış bir etkinliğin sonunca akademik kurulda bir değerlendirme yapıldığını anımsamıyorum. Bu alışkanla hatta daha doğru bir yaklaşımla kural benimsenebilseydi, her etkinliğimizden sonra alınacak bir geribildirim, yapılacak bir değerlendirme daha sonraki etkinliklerimizde bizi geliştirecek, kusur oranımızı düşürecek, deneyim sahibi olmamız ve daha sonraki düzenlemelerimizi daha kusursuz yapmamızı sağlayacaktı. Bunu geliştirmek zorundayız.

1972’den bugüne gelen tarihsel dönem içinde okul, öğrenime Çiftasfalt’taki Fatih Caddesi 195, Keçiören adresinde Sosyal Hizmetler Akademisi olarak başladı. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağlıydı. Bir gün geldi Hacettepe Üniversitesi’ne Rektörlüğe bağlandı ve adı Sosyal Hizmetler Yüksekokulu oldu. 2006-2007 öğretim döneminde de İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesine bağlandı ve Sosyal Hizmet Bölümü adını aldı. Yani iki kez kabuk değiştirdi; tazelendi. Şimdi Bölüm olarak Beytepe’ye taşınıyor. 25 Haziran 2010 günü Keçiören’deki son günümüz. 28 Haziran 2010 Pazartesi çalışmalar artık Beytepe’de başlatılacak. Odalar belirlendi. Kitaplar taşınmaya başlandı. Yerimiz güzel. Binamız yeni. Herhalde güzel ısınacak. Manzaramız eskisi kadar yeşillikli değil ama zamanla orada da çevremiz yeşillenecek. Mutlu olacağımıza inanıyorum.

Taşınma sonuçta iyi olacak. Taze kan yürüyecektir filizlere. Yaşlı ağaçlar da bundan pay alacak ve gençleşeceklerdir. En başta eski alışkanlıklar zorlanmaya başlayacaktır. Dağılmaya başlayacaktır. Tüm direnmelere karşın eski alışkanlıklar önce gençlerden başlamak üzere yıkılmaya başlayacaktır. Üniversitelileşeceğimize inanıyorum zaman da alsa. Keçiören’e sıkışmış özel tavırlarımız orada zemin bulmayacaktır. Yeni düşünme stratejileri, yeni sosyalleşmeler ortaya çıkacaktır. Hoca öğrenci ilişkileri farklılaşacak, öğretim elemanı öğrenci ilişkisine dönüşecektir.

Zamanla öğretim elemanlarımız ve öğrencilerimiz tarafından kullanılan Keçiören içinde, yakınlarında bulunan konutların sayısı azalacak, sakinlerimiz Beytepe’ye yakın mahallerde kiralık ya da satınalınma konut arayışına başlayacaklardır. Keçiören ‘deki ilköğretim, ortaöğretim okullarında okuyan çocuklarımız Beytepe, Konutkent, Ümitköt dolayındaki okullara kayıt olmaya başlayacaklardır. Eşler, çocuklar, babamız Hacettepe Üniversitesinin Keçiören’deki bölümünde çalışıyor demeyecekler; babamız, annemiz Beytepe’de çalışıyor demeleri kısaca yeterli olacaktır.

Artık bir mahallede değil, bir yerleşkedeyiz. Bununla ilgili sosyal ve psikolojik değişimlere, akademik farklılaşmaya da uğrayacağız. İletişimleri ve etkileşimleri varsıllaşan öğretim elemanları ve öğrencilerinin ufukları da (vizyonları) varsıllaşacaktır. Görev (misyon) boyutlarımızın büyüdüğünü gözlemleyeceğiz. Koşullar bunu getirecektir. Çünkü, Bölüm’ün iletişimi artacaktır. Farklı disiplinlerle sağlıklı tartışma ortamı bulacağız. Meslek kimliğimizin böylece daha netleşmesini sağlayacağız. Kendimizi bu iletişimlerle diğer sosyal mesleklere daha iyi anlatabileceğiz. Sınırlarımız kendi gözümüzde de daha bir belirlenecek zaman içinde. Beytepe yerleşkesinde Keçiören’de hiç görmediğimiz denli çok sayıda ve çeşitli toplantılarla, söyleşilerle, konferanslarla karşılaşacağız. Diğer bölümler, fakülteler ya da rektörlük tarafından Beytepe’de sık sık düzenlenen farklı söyleşilere sunumlara katılmaya başlayacağız. Dinleyeceğiz. Söz alıp konuşacağız. Çevremizi daha iyi tanıyacağız. Diğer disiplinleri daha iyi tanıyacağız. Daha çok anlattıkça kendimizi daha iyi anlatabilmeye başlayacağız. Farklı bölümlerin farklı öğretim elemanları ve öğrencileri, farklı bölümlerde farklı etkileşimlere yol açacaktır. Diğer bölümler, diğer bölümlerin öğretim elemanları ve öğrencilerinin bizlerle benzerliklerini farklılıklarını tartışmaya başlayacağız. Bu bizi zaman içre geliştirecektir.

Üniversiteli olarak sahip olduğumuz değerlerimiz değişecek, Keçiören ortamında sahip olamadığımız yeni değerler bizde gelişmeye başlayacak ve bunları çok seveceğiz.

Üniversite yoğun etkileşim ortamları olmak gerektir. İnsanları geliştiren iletişim ve etkileşimdir. Üniversite öğrencilerini hızla geliştiren yoğun etkileşimdir. Küçük bir yerleşimde iletişim ve etkileşimlerimiz de küçüktü; büyük bir yerleşkede iletişim ve etkileşimlerimiz de büyüyecek ve karmaşıklaşacaktır. Keçiören’de büyük odalarda yaratamadığımız sinerjileri Beytepe’deki çok daha küçük odalarımızda yaratmanın zorlanmasını keyfe dönüştürerek değişeceğiz. Büyük bir yerleşkede nicel olarak küçülürken nitel olarak mutlaka doğruorantısal olarak büyüyeceğiz.

Büyük bir yerleşkede küçülüp kalmak ve hatta yitmek değil, büyük bir yerleşkede büyümenin sinerjisini yakalamamız dileğiyle…

Keçiören’den ayrılıyoruz. Keçiören’de nice öğrenciler ne aşklar yaşadılar! Her odanın ne köşelerinde, her sözlerin ne repliklerinde ne anılar kaldı sessizce! Ne aşklar dile getirildi, ne evlilik önerileri işitildi fısıltılarla, buna karşın ne redler ne kabuller yaşamlarını değiştirdi gençlerin. Hepsi anılarda kaldı.

Üşümeler, paltolar içinde ders dinlemeler, ders anlatmalar… Masa altlarındaki elektrikli ocaklara dayalı ayaklar… Verilen notlar, çalışılan dersler, alınmış zayıf notların düzeltilmesi umuduyla öğretim elemanlarının kapılarında not istekleri; bekleşmeler… Koridorda rastlanılan bir hocaya ya sıcak bir merhaba, ya görmezden gelerek yanından geçmeler… Kopyeler, duvarlara yazılan kopyeler… Önceleri küçük kağıtlara, son yıllarda kırılmış büyük dosya kağıtlarına yazılan kopyeler… Sokağın karşısındaki çaycı, şimitçi… Okuldaki kantin işletilemediği için oralara taşan aşklar, dostluklar; koyulaşan sohbetler… Anılardan milyonlarca demetler… Bir gözyaşı, bir kızgınlık, bir sitem, bir küfür ve hüzünler… Kopuşlar, bağlanışlar… Arada patlayan ve koridorlarda yankılanan kahkahalar… Koridorlarda bahar çiçekleri gibi bir koşturmaca… Seslenişler… Arada dayanamayıp koyverilen bir gurbet türküsünün ya da bir gazelin öğretim elemanları odaklarına yayılan ezgileri… Ankara gurbetinin okul duvarlarına yansıması… Hepsi insani, insan için… Hepsi Keçiören’de kaldı.

Keçiören’den bu ayrılış kuşkusuz hem hüzündür hem sevinçtir. Hüzündür, çünkü orada kültürlendik, orada çoğaldık, büyüdük orada. Sevinçtir, çünkü her yenilenme yeni bir umuttur, yeni bir gelişme heyecanıdır. Öğrencilerimiz çok mutlular. Üniversiteli olduklarını duyumsayacaklar orada. Yıllardır çoğunun özlemle istediği bir taşınma bu dönemin öğrencilerine rastladı. Bizleri de sürükleyecekler peşlerinden istedikleri gelişme yönüne doğru. Bu yanlış değil. Öğretim elemanını geliştiren sadece kendisi değil, öğrencileridir de aynı zamanda. İki taraf ya birbirini kurutur, olduğu gibi bırakır, (ki bu gerilemedir), ya geliştirir. Üçlü etkileşimler görülüyor ufukta: Öğrenciler ile öğretim elemanları etkileşimleri; sosyal hizmet öğrencileri ve öğretim elemanları ile yerleşkedeki diğer öğrenciler ve öğretim elemanları arasındaki etkileşimler ve bu etkileşimlere bağlı olarak, sosyal hizmet öğrencileri ve öğretim elemanları ile genel çevre, Türkiye ve yurtdışı… etkileşimleri…

Karşılıklı yeni etkileşimlerle, yeni gelişmelerle, geçmişe nostaljik takılmalarla, hoşbulduk Beytepe…

Geç kalmışlığın yarattığı bir burukluğun iç titremesiyle, gelişimler getirecek yeni ufuklara merhaba…

(21 06 2010, Ankara)

*


[1] Ruhi Sel o dönemlerde derslere geliyordu ve çok güzel oyun kitapları olan bir değerli eğiticiydi, öğretmendi. Kendisinden yeterince yararlanamadığımızı düşünüyorum. Özellikle, okulumuzda sosyal eğitim modelinin geliştirilmesine katkısı çok olurdu; eğer sosyal eğitimi anlasaydık, benimseseydi, isteseydik.
(*)Konuyla ilgili ayrıntı bilgi bulmak isteyenler için: Tomanbay, İlhan. “Atatürk ve Keçiören”, SABEM Dergi, Mayıs 1999 S. 23, s. 3.

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir